18 Eylül 2012 Salı

16 - 17 EYLÜL 2012


51. Sene-i devriyesinde: 16 - 17 Eylül!...,

EN KARA GÜN!..
DEMOKRASİ, ATA-TÜRK, ADALET VE HUKUK, ASILARAK İDAM EDİLDİ...
Mustafa Nevruz SINACI
“Şehid Başvekil Merhum Adnan Menderes; Polatkan ve Zorlu anısına”
Adnan Menderes 1899’da Aydın’da doğdu. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetti. O'nu Anneannesi büyüttü. Tahsiline İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde başladı; Kızılçulu Amerikan Koleji’nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için, devlete müracaat ederek, Misyonerler hakkında şikâyetlerde bulundu. Makamlardan birinin başında Celal Bayar vardı. Bu vesileyle Celâl Bayar’la tanışmış oldu.
Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak askerliğini yaptı. Aydın’da Kuvva-i Milliye bağlamında Ayyıldız Çetesi’ni kurdu. Daha sonra Söke’de Piyade Alay Yaveri olarak savaşa katıldı. İstiklal Madalyası aldı. Ali Fethi Okyar’ın 1930’da kurduğu, ancak kısa sürede kapatılan Serbest Fırka’nın Aydın Teşkilatı'nı teşkille İl Başkanı oldu. İl Başkanı iken Mustafa Kemal Atatürk tarafından hususi olarak ziyaret edildi. Nezaketen ve çok kısa süreli olarak plânlanan ziyaret saatlerce sürdü. Parti kapatılınca HP’ye girdi. Mustafa Kemâl Atatürk’ün emir ve isteği ile 1931’de Aydın Milletvekili seçildi.
1945’e kadar TBMM’de komisyon raportörlüğü yaptı. Saracoğlu Hükümeti’nin getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı'nı şiddetle reddederek, komisyondan istifa etti. Partide yaptıkları muhalefetten dolayı, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte CHP Disiplin kurulunca 12 Haziran 1945’te ihraç edildi. Celal Bayar da hem partiden hem de Mebusluktan istifa etti. Bu hareketler Demokrat Parti’nin 7 Ocak 1946’da kurulmasına sebep oldu. 1946 seçimlerinde Kütahya Mebusu olarak meclise girdi. Celâl Bayar’dan sonra Demokrat Parti içindeki ikinci adam durumu ve konumuna geldi.
            14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların 53,5’ini alarak iktidara geldi.
10 senelik iktidarın tek başbakanı olarak döneme damgasını vurdu. İktidarı zamanında 5 hükümet kurdu. Bu zaman içinde Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde büyük gelişmeler oldu. Sanayileşme ve şehirleşme hamlesi başladı, köye makine girdi, ulaşım, enerji, eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık yeniden başladı. Türkiye adalet, hukuk ve kalkınma kavramıyla tanıştı.
            27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan darbeyle iktidardan indirildi. Yassıada’ya hapsedildi. Milli Birlik Komitesi tarafından kurulan Yüksek Adalet Divanı’nca (!) idama  mahkûm edildi. Yassıada'da tutuklu bulunduğu sırada çok zalimce ve insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Duruşmalarda İzzet-i nefsi ile oynandı. Hapishanede sürekli rencide edildi. 
          ATATÜRK'ÜN SÖZÜ VE CHP MACERASI
          Türk demokrasi tarihinin en önemli şahsiyetlerinden olan Adnan Menderes 1930’da katıldığı Serbest Cumhuriyet Fıkrası feshedilince, Celal Bayar'la görüşerek, Cumhuriyet Halk Fırkasına girdi, en sonunda da Mustafa Kemal'in "Bugün konuştuğum genç, elbette burada bizim parti mutemetleri ile çalışamaz. Şayan-ı dikkat bir gençtir. Gün gelecek bu ülkede Demokrtasi’yi kurmak şerefi ona nail ve nasip olacaktır" cümlesi ile takdir ve beğenisini kazanmıştı. 1931 yılında Atatürk’ün emir ve direktifi ile CHF Aydın Milletvekili seçildi, 1945 yılına kadar CHF Milletvekilliğini sürdürdü.
            Adnan Menderes o dönemi şöyle anlatır: 
"Atatürk zamanında ben, Aydın'da Serbest Fırka'nın reisiydim. Fethi Bey bizzat Aydın'a gelerek, Serbest Fırka ile meşgul oldu. Aydın belediye seçimlerini kazandım. Gayet dürüst bir mücadeleye giriştim. Halk Fırkası’nın lider ve ileri gelenleri ile tanışıyordum. Ama CHF'na, onların rica ve ısrarına rağmen girmedim... Fethi Bey'in partisi, malum şartlar altında feshedildi. Memlekete derin bir teessür hâkim oldu. Halk Partisi kendini toparlamak istedi. Vilayetlere heyetler gönderildi. Bu arada İzmir ve Aydın'a da, Celal Bayar riyasetinde bir heyet geldi... Ben bu heyetle bir hafta temas etmedim. Nihayet, Celal Bayar tanıdığım ve hürmet ettiğim bir zattı. Vasıf Çınar İttihat ve Terakki’den hocamdı... Ve temas nihayet temin edildi. Bu muhterem zatların ibram ve ısrarı üzerine, Halk Partisine girerek, fikirlerimizi parti içinde müdafaa etmek muvafık olacaktı. O zamana kadar CHF’na karşı çekingen davranan ve mütereddit tanınan arkadaşlarla, bu partiye girdik.
        27 MAYIS DARBESİ
        Sabah saat 04: 36'da Ankara Radyosu'ndan yapılan bir anons, nefesini tutan insanları bir anda heyecanlandırdı. Tek haberleşme aracı olan devlet radyosundan evlere ulaşan menfur bir yalandan ibaret anonsta, ''Bugün, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve en son müessif hadiseler dolayısıyla, kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla; TSK, memleketin idaresini eline almıştır'' deniliyordu.. Böylece Türk halkı darbe ilk defa tanışmış oldu. Reis-i Cumhur Celal Bayar Çankaya Köşkü'nde; Başbakan Adnan Menderes Kütahya'da tevkifle gözetim altına alındı. Bakanlar Kurulu ve Tahkikat Komisyonu üyeleriyle DP milletvekilleri de bulundukları mekânlardan toplanarak Harp Okuluna götürüldüler. Demokrat Parti iktidarı ile iyi ilişkiler içinde bulunan dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun başta olmak üzere; Üst rütbeli binlerce asker ve bürokrat derhal cezaevlerine konuldu. Ülkede ilan edilen sıkıyönetim sonucu tüm Demokrat Partili milletvekilleri, üst derecedeki bürokratlar ve polis şefleri tek tek evlerinden alındı. Demokrat Parti’li siyasiler yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderildiler. Darbecilerin emir ve kademe zinciri dâhilinde hareket eden sözde mahkeme haklarında idam hükmü verdi ve 16 Eylül 1961 günü Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve 17 Eylül 1961 günü Adnan Menderes alçakça asılarak idam edildiler.
           Rûhları şâd olsun.
         MENDERES'İN SON DAKİKALARI
          İmralı'ya gelindiğinde, memleket içinde ve dış basında sıhhi durumu hakkında türlü spekülâsyonlara yol açan Menderes, iskeleden konulduğu misafir salonuna kadar çiçek tarhları arasındaki 100 metrelik yolu hiç kimsenin yardımı olmadan rahatça yürüdü. Ayrıca misafir salonu ile darağacı arasındaki 80 metrelik yolu da, gene aynı rahatlıkla katetti. İmralı Adasının etrafında ve içinde Örfi İdare Kumandanlığınca sıkı emniyet tedbirleri alınmıştı. İmralı Adası etrafında donanmamıza mensup tekneler, içinde de deniz, kara ve hava askerleri görülmekteydi. Menderes'e MBK.'nin tasdik kararı, kendisine tahsis olunan misafir salonunda tefhim edildi. Cumartesiyi Pazar’a bağlıyan gece saat 01.30'da Zorlu ve Polatkan için yapılan formaliteler, Menderes için tekrarlandı. Menderes Egesel'i dinlerken korku ile sarsıldı. Fakat zamanla kendisini toparladı. Oturduğu yerde kamburunu çıkararak daha da küçülmüş ve son arzusu sorulduğu zaman bir sigara istedi. Verilen Yenice sigarasını içerken şunları söyledi:
- Dünyadan ayrıldığım şu anda, ailemi ve çocuklarımı şefkatle andığımı kendilerine bildirin. Vatanı ve milleti Allah refah içinde bıraksın.” Menderes, sabaha karşı saat 02.31'de Zorlu'nun ipe çekildiği darağacında asılarak idam edildi. Aynen Zorlu ve Polatkan gibi, idam ve infaz edilmek için darağacına götürülürken, bilekleri arkasına bağlanmıştı.
             61 NOL'U TEBLİĞ
            Milli Birlik (?) Komitesi İrtibat Bürosunun 17 Eylül 1961 Tarih ve 61 numaralı tebliğidir:
            1- Ord. Prof. Dr. Sedat Tavat, Amiral Bristol Hastahanesi Dahiliye Servisi Şefi Dr. Nevzat Yeginsu ve Yassıada Garnizon Hastahanesi tabiplerinden Dr. Galip Bozalioğlu, Dr. Ahmet Karahaliloğlu, Dr. Zeki Kebapçıoğlu ve Dr. Sedat Yürütgen'den müteşekkil heyet tarafından düşük Başvekil Adnan Menderes'in sıhhi muayenesi yapılmış sıhhi durumunun tamamen normale döndüğü raporla tesbit edilmiştir.
            2- Yüksek Adalet Divanınca verilen ve Milli Birlik Komitesi’ nce tasdik edilen idam cezası hükmü infaz edilmiştir. Tebliğ olunur.
                1. YORUM VE KATKI:  (mahfuz)
         “27 Mayıstan bir gün sonra 28 Mayıs günü, ABD Ankara Büyükelçisi Warren, darbe lideri Cemal Gürsel’in yanına Selim Sarper ile aynı arabada gidiyordu. Sarper, C. Gürsel’in yanına ABD Büyükelçisi ile girdi. Bu görüşme meyvesini çabuk verdi. Cunta kölesi kurucu meclis’te hükümetin Dışişleri Bakanı Fahri Korutürk altı saat sonra görevden alındı ve yerine Selim Sarper getirildi. 1961’de CHP’den milletvekili atanan Sarper, İnönü hükümetlerinde de Dışişleri Bakanlığı görevini yürüttü. Yıllar sonra gizliliği kalkan ABD Diplomatik Belgeleri, Sarper’in Dışişleri Bakanlığı döneminde ABD lehine casusluk yaptığını ve Devlet Başkanı Cemal Gürsel hakkında ağır ifadeler kullandığını gösteriyordu. Dışişleri Bakanı Sarper, kendi Devlet Başkanı için ABD’ye “That Gursel was not a great brain” yazıyordu. İsmet İnönü’nün hep yumuşak elini sırtında hissettiği Sarper, TC’nin Dışişleri Bakanı mıydı?, yoksa ABD’nin Türkiye temsilcisi mi çok tartışılır. Ancak Sarper Dışişleri Bakanlığı döneminde SSCB’nden gelen her türlü normalleşme talebini hem ABD’ye bildiriyor hem de etkisiz kılıyordu. Sarper en son 1965 ‘de CHP milletvekili seçildi. 1968 yılının Ekim ayında öldü.” (….)
                 2. YORUM VE KATKI: (mahfuz)
            “Her türlü gayri-ciddilik, ayırımcılık, kayırımcılık, cehalete pabuç bırakma, yalakalık ve toplumun tüm vidalarını gevşetme operasyonları Menderes döneminde ve iktidarda kalma hırsının eseridir. Ama millet, İnönü ve şürekâsından -haklı olarak- o kadar nefret etmişti ki, “bir kurtarıcı misal” O’na sarıldı. ABD zaten ülkeye İnönü döneminde musallat olmuştu, 27 Mayıs Hükümetleri ile iyice tüm kılcal damarlara nüfuz etti ve bu ülkede, Atatürk ve İnönü döneminde görev alan Türk asıllılar "kasadan ve masadan" uzaklaştırılarak, tüm ülke dönme, devşirme, kripto kimlikli çift kişilikli "bin bir surat" etki ajanı karaktersiz cibilliyetsizlere terk ve teslim ederek;  toplumun tüm asgari müşterek ve ortak değerlerini yozlaştırma sürecini hızlandırdılar. Geçmiş geçmişte kaldı. Bu gün çok önemli… Yarın da belli değil.....” (…)
                3. YORUM VE KATKI: (mahfuz)
            “Evet, 27 Mayıs bir devrimdi ama yeniden bir devrim daha yapılabilir. Meydanı boş kaldı sananlar AKP’nin nasıl hesap vereceğini görmek isterler mi acaba?  27 Mayıs “darbe” değil devrimdi. Ama ne yazık ki, bir iki hafta içinde ABD'nin güdüm ve kontrolüne girdi. Eğer o zamanın silâhlı kuvvetleri NATO ordusu olmasaydı, şimdi Türkiye tam bağımsız, kendi uçağını, tankını kendi yapan sanayileşmiş ve gelişmiş ileri bir ülke olurdu. 27 Mayıs'ın tam ve gerçek bir devrim olabilmesi için., İlk önce NATO'dan çıkma kararı alınması gerekli ve zorunlu idi.  Ancak, Ordunun üst kademesi NATO emrindeki subaylarla dolu olduğundan, bu yapılamadı. Türkiye, bir ABD sömürgesi olarak bu günlere kadar geldi ve artık, yok olma tehlikesi potansiyel bir tehlike değil, fiilen gerçek oldu...” (…)
            ÖNEMLİ NOT:
Halihazır kurulu “Darbeleri Araştırma Komisyonu”, Meclis, 550 (sözde) parlamenter ve hükümete rağmen!.. Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle ve bilhassa "son elli yılı" ile hesaplaşması, helâllaşma, yüzleşme ve ibrası; Bu menfur icra, şaibeli, acı ve muzlim karanlıkların aydınlatılması; Makûs talihin değiştirilmesi;. Darbeci, cuntacı ve sultacılar tarafından alçakça, kalleşçe ifa olunan bütün soygun, yalan-talan ve vurgunların ortaya çıkartılarak, Bedelinin usul ve füruğ dâhil tahsil edilip, devletin namusunun kurtarılması; Tüyü bitmemiş yetimin hakkının tahsili ile 27 Mayıstan günümüze bütün suçlular cezalandırılarak; Kamu Vicdanı’nın rahatlatılması…
            Ne zaman mümkün olacak?... Acaba!...

15 Eylül 2012 Cumartesi

16 - 17 eylül, idamlar ve ANIT MEZAR..... (2012 / 51. YIL)

İdamının 51. Yılında Şehit Başvekil Adnan MENDERES

            1899’ da Aydın da doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmenin acılarını yaşadı. Babaannesinin sevgisiyle büyüdü. İzmir Amerikan Kolejinde okudu. Daha sonra Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Askerliğini yedek Subay olarak yaptı. Terhis edildikten sonra Çakırbeyli’de ki çiftliğine çekildi. Milli Mücadele’ de gösterdiği kahramanlık ve üstün hizmetlerin karşılığı olarak, “İstiklâl Madalyası” ile ödüllendirildi.
            Politika ile ilk teması, Aydın İl Başkanı olarak “Serbest Fırka” ile başlar. 
            1931’de, Atatürk’ün isteği ile Halk Partisinden Aydın Milletvekili olarak seçildi. 11 Haziran 1945’ de toplanan CHP’ grubuna Celâl Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan ile birlikte verdikleri “Dörtlü Takrir” nedeniyle ve yazdığı makaleler sonucu 21.Eylül.1945’ de partiden ihraç edildi. Ama O, Meclis Genel Kurulunda yaptığı etkili konuşmaları ve yayınladığı makaleleri ile “Demokrasi kurallarına uygun bir yönetimin ancak, tam, serbest ve tek dereceli bir seçimle iktidar olabileceği” fikrini savunmayı azim, inanç ve kararlılıkla sürdürdü.
            07.Ocak.1946’da Celâl Bayar, Refik Koraltan ve Prof. Dr. Fuat Köprülü ile birlikte Demokrat Partiyi   kurdu. Menderes, Genel Kurul Üyesi olarak Genel Başkanı Celal Bayar’ın da desteği ile, dört yıl süreyle yurdun dört bir tarafını dolaşarak Demokratik yönetim biçimine ait olan fikirlerini açık, samimi, inandırıcı bir üslup içinde savundu ve anlattı.
14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla iktidara geldi. Atatürk’ün en büyük arzu, hayal ve ideali olan Demokrasiyi Cumhuriyet ile buluşturdu. Bu nedenle “Beyaz İhtilâl” olarak nitelenen 14 Mayıs, “Demokrasi Bayramı” ilân edildi. Bu arada Atatürk’ün Başvekili Celâl Bayar, TC’nin 3. ve ilk sivil Cumhurbaşkanlığına seçildi. Adnan Menderes Başbakanlığa getirildi. İlk işi, memlekette barış ve huzuru sağlamak amacıyla bir Genel Af çıkartmak oldu. Ayrıca, “Devr-i sabık yaratmayacağız” kararı ile iyi niyetini gösterdi. Dış siyasette NATO’ya girmenin çetin yollarını aştı.
14.Mayıs.1950’ de başlayıp, 27.Mayıs.1960 günü yapılan darbeye kadar geçen on yıllık süre içinde; Yıllardır ihmal edilmiş, geri kalmış, içerde ve dışarıda itibar kaybetmiş olan Türkiye’ yi baştan başa yeniden imar ve inşa etti. İşsizlik ve yoksulluğu yendi. Maddi, manevi ilmi ve kültürel değerleri yeniden kazandırdı. Tarihten silinmeye ve yok olamaya yüz tutmuş Atatürk ilke ve inkılâplarını yeniden hayata geçirdi. Dünya siyaset tarihinde eşi emsali görülmemiş büyük bir kalkınma, gelişme ve çağdaşlaşma hareketlerini gerçekleştirdi.
Merhum Menderes zamanında halk, insanca yaşamayı öğrendi. Cehalet, yokluk, yoksulluk ve işsizlikten kurtuldu. Milli ve manevi değer, eser ve zenginliklerine kavuştu. Devlet adeta baştan başa yenilendi. Demokrasi kurumlaştı ve bir yaşam biçimi olarak yerleşme yoluna girdi. Öyle ki, NATO standart, norm ve kriterlerine göre bu dönemde, normal şartlarda yüz yıla tekabül eden büyük bir kalkınma ve gelişme hareketi yaşandı. Menderes ve arkadaşlarının Demokrat Parti ile gerçekleştirmiş olduğu eserler bugün, çok sevdiği Milletinin hizmetindedir.
Ancak, bu olağanüstü kalkınma, gelişme, çağdaşlaşma ve demokratikleşme hareketini vatan ve millet düşmanları ile devleti ve milleti soymaya alışmış kitleler içlerine sindiremedi. On yıllık iktidarı boyunca, sonuncusu dahil tam 4 darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kaldı. Fakat, O, vatanını, devletini insanını ve askerini yürekten seven, ordusuna güvenen, demokrasi, hak, adalet ve hukuka dayanan bir insandı. Bu sevgi, saygı, güven ve “güvendiği orduya” karşı duyduğu samimi itimat nedeniyle ve “kan dökülmesin, masum insanlar telef olmasın, devletin ve demokrasinin düzeni bozulmasın” inancıyla bir avuç çapulcuya karşı çıkmadı. Sabır ve tevekkül yolunu seçti. Elbet yanlış, yalan ve iftiraların ortaya çıkacağını, iktidarının aklanacağını ve aziz ve necip Türk milletinin gerçekleri göreceğini sanıyor ve bu yanlıştan muhakkak dönüleceğine inanıyordu. Bu inanç ve itimatla; Hükümete samimi ve sadık olarak bağlı Türk Silâhlı Kuvvetlerini harekete geçirmedi. Milletin selâmeti için teslimiyeti seçti.
Fakat, bir avuç isyancı (38 kişi) tarafından gerçekleştirilen ve Menderes’in “vatan ve millet aşkı” nedeniyle mukavemet görmeyen darbe ne hikmetse muvaffak olunca, tutuklanarak Yassıada’ ya götürüldü. Türk hukuk tarihinin utancı olan yüksek adalet divanı nam uyduruk mahkemelerde sözde yargılanarak idama mahkum edildi. Burada kendisine eziyet, zulüm ve işkenceler yapıldı. Hayali sükut ve hüsrana uğramıştı. Bir kez intihara teşebbüs etti.
O, kendisini milleti ve memleketine adayan büyük bir devlet adamı ve büyük bir vatanseverdi. 17 Eylül 1961 günü öğle saatlerinde idam sehpasında bile son sözleri “vatan sağ olsun” olmuş, “Allaaah!...” diyerek ruhunu (emaneti sahibine) teslim etmiştir. Vatan sağ olsun. Nur içinde yatsın.

                 İdamının 51. Yılında

(Eski Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı)

               Fatin RÜŞTÜ ZORLU

1910’da İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’nden sonra Paris Siyasal Bilgiler Okulu’nu, Cenevre Hukuk ve İktisat Fakültelerini bitirdi. Dışişleri’nde Hukuk Müşavir Yardımcısı oldu. Aynı Bakanlığın Ticaret Dairesi şefi olarak da çalıştı.
O zamanki Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ ın kızı Muallâ hanımla düğünleri, 30 Ağustos 1933’te bizzat Atatürk tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda yapıldı. Bern ve Paris Büyükelçilikleri’nde Baş katiplik görevlerinde bulundu. Moskova Büyük Elçiliği Müsteşarı oldu. Beyrut’ta Başkonsolosluk yaptı. Cumhuriyet tarihinin en ciddi, iyi ve ilkeli hariciyecilerinden biri olarak yetişti.
1950’den sonra Devlet Bakanlığı Milletlerarası İktisadi İşbirliği Genel Sekreterliği’ne getirildi. 1951’de Büyük Elçi olarak NATO’da Türkiye Daimi Temsilciliği görevine atandı.
1954’te Demokrat Parti’den Çanakkale Milletvekili seçildi. Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı yaptı. İki defa Dışişleri Bakanlığı’na getirildi. Dışişleri Bakanlığı zamanında başta Kıbrıs konusu olmak üzere, Türkiye’nin dış politika ilişkilerinin gelişmesi ve gelenek doğrultusunda yerleşip kurumlaşmasında çok büyük katkılarda bulundu. Londra, Zürich ve Garanti antlaşmalarını hazırladı. İmzalanması ve hayata geçmesini sağladı. 
27.Mayıs.1960’da tutuklanarak olağanüstü Yassıada Mahkemesi’nde yargılanıp, yüksek adalet divanınca idama mahkum edildi. Yassıada da çok haksız ve insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. Bu yüz karası ve hukukun utancı durumundaki mahkemelere adeta meydan okudu. Yine de dönemi ile ilgili bütün eylem ve işlemlerini sonuna kadar yiğitçe savundu. Cumhuriyet tarihinin en iyi ve en vatansever, Atatürkçü (Kemalist) ve milliyetçi Dışişleri Bakanı olduğunu tarihe altın harflerle yazdırdı. Her celsede mahkeme heyetine neredeyse ders verdi. Arkadaşlarının en büyük destekçisi ve moral kaynağı idi. İsyancı cunta ve cuntacılara asla taviz vermedi, asla af ve aman dilemedi. Fakat, sonunda onları buraya tıkan irade hükmünü vahşice icra etmekte gecikmedi.
16 Eylül 1961 günü kadere inanmışların rahatlığı içinde abdestini aldı, namazını kıldı. Çok yüksek ve onurlu bir tavırla Yiğitçe sehpaya çıktı. İpi boynuna kendisi geçirdi ve Allah’ın rahmetine kavuştu. Mekânı cennet olsun.
 İdamının 51. Yılında
( 1, 2, 3 ve 4. Dönem Menderes Hükümetleri Maliye Bakanı )

Hasan POLATKAN

            1915’te Eskişehir’de doğdu. Eskişehir Lisesi’ni ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Ziraat Bankası’nda Müfettiş olarak çalıştı. 1946’da Demokrat Parti’den Eskişehir Milletvekili olarak seçildi.
1946 – 1950 döneminin demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk mücadelesinde rol aldı. Celâl Bayar, Menderes ve arkadaşları ile bütün Türkiye’yi dolaştı. Halkı aydınlattı. Vatandaşın yaşadığı yokluk, ızdırap, sıkıntı ve mahrumiyetleri yerinde gördü.
Birinci Menderes Hükümetinde önce Çalışma Bakanlığı yaptı.Sonra Maliye Bakanlığına getirildi. Maliye bakanlığı süresince; Milli Siyaset Belgesi, Atatürk ilke ve inkılâpları ile “namuslu, dürüst, demokrat, temiz devlet-dürüst hükümet” prensibi doğrultusunda çok büyük, önemli ve değerli eser ve hizmetlere imza attı. Maliye Bakanlığını kurumlaştırdı. 
“Devletin Namusu” kavramını maliye teşkilâtına yerleştirdi. Dahilde Ekonominin gelişmesi, uluslar arası iktisadi ilişkilerin kurulması, milli kaynakların aktive edilmesi ve dönem hükümetince sürdürülen akıl almaz kalkınma ve gelişme hızının mali motivasyonu gibi çok büyük hizmetler ifa etti. Vergi kanunlarının demokratik hukuk, insani boyut, evrensel kriter ve adalet ilkelerine uygun olarak yeniden düzenlenmesini sağladı. Liberal ekonomik düzenin yerleşmesi, imkân ve fırsat eşitliğinin yaratılması ve serbest piyasa koşullarının oluşmasına öncülük ve önderlik yaptı.
27 Mayıs 1960’a kadar bu görevde kaldı. Yassıada Olağanüstü Mahkemesinin kararı ile idama mahkum edildi, hüküm 16 Eylül 1961 günü uygulandı. O tatlı yüz, o sevimli insan böylece yürekten inandığı  yüce yaratıcısına kavuştu. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

Anıt mezar
Bu Anıtmezar, Türk tarihinin çok hazin bir hikâyesini sergiliyor:

            Ülkemiz 1945 yılında çok partili hayata geçtikten sonra kurulan siyasi partiler arasında Demokrat Parti’nin müstesna bir yeri vardır. 7 Ocak 1946 tarihinde Adnan Menderes ve üç arkadaşı tarafından kurulan Demokrat Parti, kısa zamanda halkın sevgi ve güvenini kazanmış, 14 Mayıs 1950 ‘de yapılan tek dereceli ilk seçimde iktidarı ele alarak memleketi 10 yıl idare etmiştir.
            Tarihimize “Demokrat Parti Dönemi” adı ile geçen bu dönemin tek Başbakanı Adnan Menderes’tir. Bu yıllar, kalkınma açısından Türkiye’nin atılım yılları olduğu gibi, dış politika bakımından da memleket güvenliğinin sağlandığı bir dönemdir. Demokratik rejimin getirmiş olduğu güven duygusu içinde Türk Milleti, geleceğine umutla bakıyor. Ve Türkün kaderi, serbest demokratik rejimle birlikte, pek açık bir suretle artık değişiyordu. 10 yıllık Demokrat Parti dönemini işte böyle özetlemek mümkündür.
            Fakat yurdumuzun bu hızlı kalkınması, ne yazık ki, 27 Mayıs 1960 tarihinde bir hükümet darbesi ile kesintiye uğradı. Demokrasinin gelenek ve teamüllerinin henüz yerleşmediği bir dönemde, türlü tesirler altında orduda kurulan bir askeri cuntanın gizlice hazırladığı darbe ile Demokrat Parti iktidarı sona erdi. Darbeyi gerçekleştiren cunta, memleket yönetimini ele aldı, ve devirdiği partinin liderleriyle birlikte 400 kadar milletvekillini de tutuklayarak Marmara Denizi’nin ortasındaki Yassıada’da gözetim altına aldı. İhtilal İdaresi, DP’li siyaset ve devlet adamlarını kendisinin seçtiği kimselerden oluşan ve “Yüksek Adalet Divanı” adını verdiği özel bir mahkemede “Anayasayı ihlal yakıştırması” ile yargılatarak, 348’ini ağır cezalara mahkum etti. İdam cezasına çarptırılan 15 kişiden olan üçünün, Başbakan ve Demokrat Parti Genel Başkanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın cezalarını yine Marmara’nın ortasında bulunan bir başka adada, İmralı Adası’nda asarak infaz eyledi.
            Fakat 27 Mayıs darbesi, Türk halkı tarafından asla tasvip görmemiş, hele üç devlet adamının darbe tarihinin üzerinden bir buçuk yıl geçtikten, yani iktidara yöneltilen suçlamaların iftira olduğu ortaya çıktıktan sonra idam edilmeleri ise, memleketteki üzüntüyü bütün bütün arttırmış, milli birlik ve beraberliğimizi sarsarak, ülkemizi iktisadi açıdan tam bir durgunluğun, rejim yönünden de şiddetli bir buhranın içerisine atmıştı. Türkiye’nin böylesine bir gerginlik içinde kalamayacağı aşikardı. 1961 yılının sonbaharında işbaşına gelen sivil idare, Yassıada hükümlüleri için arka arkaya af kanunları çıkarmaya başladı ve müebbet hapis cezasına mahkum olanları dahi birkaç yıl içerisinde serbest bırakarak cezaevlerini boşalttı. Sonra hepsinin siyasi hakları iade edildi.
            Ama, Af Kanunları, Demokratların uğradıkları haksızlıkların giderilmesi için yeterli değildi. Zira, darbe ile düşürülüp, ağır cezalara çarptırıldıktan sonra bile, Türk Politika hayatı üzerinde güçlü tesir ve nüfuzu devam ettiren ve halkımızın yanında böylesine yüksek itibara sahip bir siyasi kadronun suçlu sayılması akla da, vicdana da aykırı düşüyor ve toplumumuzu rencide ediyordu. Türk toplumu, büyük çoğunluğu ile, Demokrat Parti’nin devamı ve uzantısı olduklarını söyleyen siyasi partilere her seçimde oy veriyor, DP dönemine duyduğu özlemini bu suretle açığa vuruyordu. O halde, ortada büyük bir çelişki ve çarpıklık var demekti. Milletimizin, ihtilalin devirdiği insanları baş tacı etmesinin manası açıktı; İhtilal halka dayanmıyor, halktan destek almıyor demekti. Çarpıklık işte burde idi. Bu çarpıklığı düzeltip toplumu rahatlatabilmek için, af kanunlarının ötesine geçmenin ve bu itibarla DP’li politika ve devlet adamlarının suçsuzluklarını ilan etmenin zamanı çoktan gelmişti. Halkımızın yıllardan beri beklediği de bu idi.
            Türkiye Büyük Millet Meclisi, Nisan 1990 tarihinde yeni bir Kanun daha çıkardı. Bu kanun, eski DP’lilerin bu defa itibarlarını hukuken iade etmek suretiyle onları akladı. Ve Yassıada Mahkumiyetini, Anayasamızın kuvvetler ayrılığı prensibi yüzünden ancak böylesine bir yolla ortadan kaldırmış oldu. İmralı Adası’nda idam edilip orada defnedilmiş olan üç devlet adamının mezarlarının da bir başka yere devlet töreni ile nakledileceği hükme bağlandı. İşte bunun üzerinedir ki; Yıldırım Akbulut hükümeti, İmralı’dan nakledilecek üç mezar için bu anıtı inşa ettirmeye başladı. Mezarların naklinin, Başbakan Menderes’in idam edildiği günün yıl dönümüne, yani 17 Eylül tarihine yetiştirilebilmesi için Anıtmezar, geceli gündüzlü bir çalışma ile 52 gün gibi rekor denilecek bir sürede tamamlandı. Truva vapuru üç şehidin yakınları ile, Demokrat Parti Milletvekillerini alarak 15 Eylül günü akşamı Sarayburnu’ndan İmralı’ya hareket etti. Mezarlar 16 Eylül Pazar günü açıldı. Ve merhumların kemikleri dini törenle üç ayrı tabuta kondu. Truva vapuru 17 Eylül Pazartesi sabahı Sarayburnu’na doğru yola çıktı.
            Cenaze namazları Muratpaşa Camii’nde kılındı ve orada düzenlenen kortej, 25 kilometre ötede bulunan Anıtmezar’a doğru yürüyüşe geçti. Kortejin başında, daha başkanlığı sırasında bu davayı ele alıp azimle takip etmiş olan Cumhurbaşkanı Turgut Özal yürüyordu. Eski başkentin sokakları yurdun her tarafından gelen insanlarla dolu idi. İmralı’dan gelen tabutları selamlamak için Türkiye’nin 73 vilayetini temsilen İstanbul’a gelen 73 heyet de Anıtmezar’a konulmak üzere getirdikleri topraklarla birlikte törende yerlerini almışlardı. Anavatan ve Doğruyol Partileri’nin merkez ve taşra teşkilatlarının tamamı orada idi.
            Halkımızın Cumhuriyet döneminin en sevilen talihsiz Başbakanı Adnan Menderes’i ve O’nun yine talihsiz kader arkadaşlarını gözyaşları içinde ebedi istirahat yerlerine uğurladı. Bu Anıtmezar’ın çok kısa hikayesi işte bundan ibarettir.Yüce Türk Milleti’nin hak ve adalet duygusunun, kadirbilirliğinin, Demokrasiye sarsılmaz bağlılığının güzel bir sembolü olan bu anıt, burada yatanların üstün hizmetleri ve aziz hatıralarıyla birlikte Türk’ün büyük meziyetlerini de gelecek kuşaklara sevgi ve saygı ile aktaracaktır.

 51. YILINDA YASSIADA 
VE DEMOKRASİ ŞEHİTLERİ

                Atatürk’ün rahmeti rahmana kavuştuğu 10 Kasım 1938’e kadar Türkiye’de bu gün olandan çok daha iyi ve ileri bir demokrasi hüküm sürmekte idi. Devlet, demokratik ve lâik bir “hukuk devleti” olması hasebiyle dürüsttü. Adalet ve Hukuk vardı. Demokrasi kurumlarının gelişmesi ve yerleşmesine paralel olarak, insan hakları da gelişme yoluna girmişti. Umur-u devlet iş başındaydı. Her ne kadar kurtuluş savaşından intikal yoksulluk ve işsizlik var ise de, 1928’den itibaren kurulan 20 banka ve 86 Anonim Şirket sayesinde, nispi de olsa istikrarlı bir kalkınma süreci devam ediyor ve İsmet İnönü’ye rağmen Başvekil Celâl Bayar’ın “kalkınma ve gelişme programı” uygulanmaya çalışılıyordu.
            Derken o acılı gün geldi çattı. 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefatı ile mâkus talih başladı. Henüz, Atatürk’ün aziz nâaşı soğumadan, ertesi gün İsmet İnönü 2. Cumhurbaşkanı seçildi. Akabinde, (26.Aralık.1938) Olağanüstü olarak toplanan CHP kurultayı bu defa İnönü’ye “Milli Şef” ve “değişmez başkan” unvanlarını verdi. Böylece İnönü; ebedi genel başkan, milli şef ve Cumhurbaşkanı olarak devlette var olan bütün hak ve yetkileri kendi elinde topladı. Kalkınma durdu. Atatürk’ün programı yürürlükten kaldırıldı.Ta, 1950’ye kadar sürecek karanlık ve kayıp yıllar başladı.
            İkinci dünya savaşının sona ermesi ve geçerli konjonktür gereği 1945’de zorunlu olarak çok partili siyasi hayata geçilmesi ile birlikte CHP’de yaprak dökümü başladı. Bazı yeni partilerin yanı sıra 07 Ocak 1946’ da Demokrat Parti kuruldu. Kısa sürede halkın umudu haline geldi ve “açık oy gizli sayım” usulü ile yapılan 1946 yılı seçimlerinde bu partiye 66 Milletvekilliği lütfedildi. Sonra, efsanevi bir demokrasi ve hukuk mücadelesi başladı. Demokratlar gece gündüz demeden bütün ülkeyi dolaştı. Halkı aydınlatıp uyandırdılar. Atatürk’ün dediği gibi; Milletvekilini halk kendisi seçmeli, yönetimi ele almalı ve devletine sahip çıkmalıydı. “Yeter, Söz Milletindir..” Söylemi ile başlatılan mücadele, her türlü mukavemet, karşı direniş ve “yerleşik oligarşik yapı ve imtiyazlı sınıfın” önleme girişimlerine rağmen sonuçta başarılı oldu. Milli mücadeleden sonra en büyük halk hareketi, “beyaz ihtilâl” olarak gerçekleşti. 14 Mayıs 1950’de, Atatürk’ün en büyük özlem, hayal ve ideali hayata geçti. Cumhuriyet Demokrasi ile buluştu. Cumhuriyet tarihinde ilk kez millet iktidar oldu.
            Halk iktidara gelince ve Demokrasi hayata geçince kalkınma ve gelişme hareketine başlandı. Milletin huzur, barış ve mutluluğu için genel af ilân edildi. Bozulan dengeler yeniden kuruldu. Maddi, manevi, tarihi, bilimsel ve kültürel değerler ihya edildi. Yok sayılmak ve hafızalardan silinmek istenen milli, manevi ve moral değer ve zenginlikler ile Atatürk ilke ve inkılâpları yaşam boyutuna geçirildi. Atatürk’ün, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri” ve “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” biçimindeki emir ve direktifleri demokratlar tarafından çok iyi bilindiği ve gerçek manâsı yönünde anlaşıldığı içindir ki; içerde ve dışarıda devletin onur ve itibarı yükseltildi. Ulusal ve uluslar arası alanda çok büyük atılım ve açılımlar yapıldı. 10 yıl içinde Türkiye, dünyanın en etkin, saygın, muteber ve zengin ülkeleri arasına girdi. Millet DP’ den ve demokrasiden çok memnundu. O’na 1954 ve 1957’de tekrar ve daha büyük bir güvenle iktidar imkânı verdi.
            Ama Lozan da, Türk milletinin basiret ve bekasını bağlamaya, milli, ilmi, insani ve manevi değerlerinden koparmaya ve Avrupa’ya “köle-kul” yapmaya angaje-ipotekli beyinler bütün bu gelişim ve kararlı değişim süreci karşısında dehşete düştüler. Paniğe kapıldılar. Efendileri de çok huzursuzdu. 23 Şubat 1945 – 01.Eylül 1945, 07 Mayıs 1946 – 06 Aralık 1946 ve 12 Temmuz 1947 antakları ve Lozan’ın tek imzalı özel anlaşmaları önlerine kondu. Bunun üzerine, İhanete odaklı, hain mihraklar 4. kez harekete geçtiler. Türk milletinin en asil, en yüksek ve en güvenilir unsuru, has evlâtları olan ordu içinden bazı gafiller buldular. Beyinlerini yıkadılar. Merhum ve müstesna Menderes ve arkadaşlarının vatan, millet, insan ve devlet sevgisi ile engin hoşgörüsünden yararlanarak; Bin türlü yalan, iftira, dedikodu ve desise sonucu mâkus talihin ikinci avdeti olan 27 Mayıs’ı yaptılar.
On yıl süreyle mucizevi bir kalkınma, gelişme ve demokratikleşme hareketine onurla imza atan ve her biri fazilet timsali olan insanlar, utanmadan, Allah’tan ve milletten korkmadan Yassı ada’ ya tıkıldılar. Adalet ve hukuk tarihimizin ebedi utancı olan “yüksek adalet divanı” nam, emir ve talimatla iş gören, sözde/uyduruk bir mahkeme tarafından ahlâksızca yargılandılar. Aylarca eziyet, zulüm ve işkence gördüler. Bu arada “tedbirler kanunu” çıkartılarak lehlerine her türlü konuşma yasaklandı, DP’nin bütün evrak ve emvali müsadere ve siyasetten men edildi. CHP ve diğer partilere ilişilmedi. Bilâkis iştirak ve işbirliğine girildi. Devlet radyolarında “hırsızlar kervanı” adlı bir yalan, iftira ve çamur atma kampanyası başlatıldı. Sonuçta, onları oraya tıkan kuvvetin dediği yapıldı. İşte, 16 ve 17 Eylül budur. Bu günler, ikinci cumhuriyetin utancı ve yüz karasıdır.12 Eylül’den önce 27 Mayıs’ın yargılanması zorunludur. Aksi takdirde, ülkeye sadece lâiklik dayatılacak ve fakat asla “demokratik hukuk devleti” olunamayacaktır.
MUSTAFA NEVRUZ SINACI      

YAKIN TARİHİMİZİN BİLİNMEYENLERİ!...


Celal Bayar Anlatıyor
Mustafa Nevruz SINACI
Yakın tarihimiz bilinmeyenlerle dolu. Oysa geçmişi dosdoğru bilmeden geleceğe doğru emin adımlarla yürümek mümkün değildir.
Bu nedenle ve dönem itibarıyla lüzumuna binaen, bazı bilinmeyenleri, ülkemizin ilk sivil Cumhurbaşkanı merhum Celâl Bayar’ın bizzat anlatımından aktarmak istiyorum:
Maksadım, gerçek bir Atatürk sevdalısı olan Celal Bayar'ın anlattıklarını nakledip, kısa ve özlü notlarla günümüzle ilişkilendirmek..
Hanedan için çırpınış ve İnönü'nün devletçiliği:
Bayar, Cumhuriyet kurulduktan sonra yurtdışında yaşamak zorunda kalan Osmanlı Hanedanı mensuplarının bu hallerine çok üzülür ve bir avuç Hanedan mensubunun Türkiye Cumhuriyeti için bir tehlike olmayacağını savunur.
Bayar aynı zamanda farklı bir zaviyeden de olaya bakmaktadır.
"Bu insanlar yurda sokulmadıkça yabancı memleketlerde olayı dışarıdan değerlendirenler, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin bir avuç insandan korktuğu sonucuna varabilirler..."
Bu durumu başvekil iken Atatürk'e açarak Hanedan'ın affının sırası geldiğini belirtir.
Atatürk samimi bir sesle: "Yap bunu çocuk, devrinin şerefi olur!" der.
Tabi Bayar bunu devrinin şerefi için değil yurdun bir davasının çözümlenmesi arzu ve samimi niyetiyle istemektedir.
O devirde herkes Atatürk gibi çok yönlü düşünemediği için teklif meclise geldiğinde bir kıyamet koptu ve bazı başyazar milletvekilleri aleyhinde yazmakla Bayar'ı tehdit ettiler.
Bayar bu tehditlere kulak asmadığını ve tehditlere pabuç bırakmadığını elbet ama ufak bir taviz vererek hanedandan yalnız kadınların yurda girmelerini, erkeklerin yurt dışında kalmalarının uygun olacağı görüşünü kabul etmek zorunda kaldığını anlatıyor. (Şu devirde bile adalet, hakkaniyet ve medeniyet abidesi Osmanlı padişahlarına hain deme cüretini gösterenlere ne demeli?)
İsmet Paşa ile Rusya Seyahati:
İsmet Paşa'nın Rusya ziyaretine sosyalist Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile birlikte gittiğini ve Tevfik Rüştü'nün bu gezi boyunca Sosyalizmi İsmet Paşa'ya sevdirmeye çalıştığını; Rusya'da Stalin'le de görüşen İsmet Paşa'nın belki Marksizm'i değil ama ekonomik güçlerin devlet elinde toplanmasını çok beğendiğini, çünkü, "Ekonomik güçler, ne kadar hükümetin elinde olursa, milleti idare etmek o kadar kolaylaşır” prensibini uygulamaya koyduğunu ve devletçi kanunları" meclise getirip kanunlaştırmasını anlatıyor.
Bayar, ardından ekliyor: “Ben İktisat Vekili olarak işe başladığımda bu katı ve koyu devletçi kanunları elimden geldiğince yumuşatarak uyguladım ve Halk ile Devleti ortak bir ekonomiye götürdüm. Atatürk de bu uygulamalarımı beğenmiş ve bana arka çıkmıştır. (Şimdi Atatürk’ün Devletçilik ilkesinin nasıl uygulanması gerektiğini anlayabiliyor muyuz?)
İnönü’nün beceriksizlikleri
Enver Paşa, Balkan Harbi'nden sonra orduda büyük bir tasfiye hareketine girişir.
Bu tasfiye esnasında Celal Bayar, Binbaşı İsmet Bey'in de ordu dışı edilmek üzere olduğunu Binbaşı Kazım (Orbay)'dan öğrenir.
Bayar, Binbaşı İsmet'in makul bir insan olduğunu düşündüğü için Kazım Orbay ile Enver Paşa'ya gidip tasfiye edileceklerin kâğıdının imzalanacağı gün ricacı olarak "Binbaşı İsmet'in memlekete hizmet edebileceğini!" anlatırlar ve Enver Paşa, değer verdiği bu iki insanın şefaatiyle Binbaşı İsmet tasfiyeden kurtulur. İsmet Paşa olarak Cumhurbaşkanlığı'na kadar yükselir. (Acaba C. Bayar, İnönü’nün yapacaklarını bilseydi bu kadar çabalar mıydı?)
Sırrı Belli Meselesi:
Atatürk yeni seçimlerde bir ara iktisat vekilliği yapmış, güzel konuşan, konuşmalarına fikir koymasını da bilen, yetenekli ve hırslı olan Sırrı Belli'yi listesine eklemiştir.
Başbakan İsmet Paşa ile CHP Genel Sekreteri Recep Peker bunu duyunca Atatürk'e bu adamı listeden çıkarması için baskı yaparlar.
Atatürk neden milletvekili olmasını istemediklerini sorduğunda "çok konuşuyor!" cevabını alır.Bu duruma çok şaşıran Atatürk, Celal Bayar'a şöyle yakınacaktır: "Çok konuşuyorsa, saçma sapan konuşmuyor elbette... Aklı başında sözler ediyor. Ne istiyor benim Başvekilim, Genel Sekreterim? Mecliste sessizlik mi? İki en önemli noktada bulunan bu arkadaşlarım, Belli'nin konuşmalarına cevap mı veremiyorlar ki, listeden çıkarmam için beni sıkıştırıyorlar? Ama sen söyle Celal Bey, bu bana yapılır mı?" Buna rağmen Atatürk Başvekili ve Genel Sekreterini kırmamak için Belli'yi adaylar arasından çıkarır. (Aklı başında sözler edenlere cevap veremeyeceğini anlayanlar bugün de partilerin kapatılıp bu kişilere siyaset yasağı konması için Anayasa Mahkemeleri'nin kapılarında sabahlamıyorlar mı?)
Altıntaş Muharebesi, Atatürk ve İsmet:
Altıntaş Muharebesi'nin kaybedildiği günlerde Atatürk olayı Celal Bayar'a hem anlatıyor hem de İsmet'in taklidini yapıyordu: "Sabaha kadar arkadaşlarla cephe haberlerini değerlendirdikten sonra: “Bu iş bitti, İsmet muharebeyi kaybetti” dedim ve cepheye hareket ettim. Benim cepheye geldiğimi duyunca İsmet Paşa büyük telaşa kapılmış, benim kendisini kurşuna dizdirmek için gelmekte olduğumu sanmış!..
Karargâha girdiğim zaman, hakikaten acınacak halde idi.
İki gün, iki gece uyumamış, dinlenmemişti. Üstelik kendisini yenik sayıyor ve akıbetini düşünüyordu. Gerçekten de büyük bir hata yapmış, düşmanla müsavi kuvvetlerle dövüştüğü halde, kıtalarını zamanında savaşa sokamamıştı!
Bu yüzden de ordu perişandı. Askerler çözülmüşlerdi. "Daha sonra Atatürk, İsmet'in moralini düzeltmek için ona savaşı kazandığını ve onu tebrik ettiğini söyleyip şaşkın şaşkın bakan bu zavallıcığı istirahate gönderip öteki komutanları toplamış ve durum değerlendirmesinden sonra orduyu bu mevzilerden çekip bozgunun önüne geçmiştir. (Atatürk bu beceriksiz adamı bile moralsiz bırakmıyor ve beceremediği işi kendisi tamamlıyor. Ayrıca bu olayın duyulmasını istememiş ve İsmet'in adının lekelenmesini civanmerdliğine yedirememiştir)
Turhal Şeker Fabrikası'nın kuruluşu:
"Memleketin şekere ihtiyacı vardı. Turhal Şeker Fabrikası'nı yapıyorduk.
Fakat gazetelere kadar yansıyan bir muhalefetle karşılaşmıştım. En büyük muhalefet Bakanlar Kurulu ve Başbakan İsmet İnönü'den geliyordu. Atatürk yapılmasını arkalıyor, İnönü nedense girişimi engellemeye çalışıyordu."
Bu olay bir Bakanlar Kurulu'nda gündeme gelir ve zamanın Maliye Bakanı ile Gümrükler Bakanı ittifakla "Türkiye'de yapılacak fabrikanın şeker maliyeti, bizim dışarıdan ithal edeceğimiz şekerden daha yüksek olacak.
Bu durumda, makinelerin siparişi için hem dışarıya döviz vereceğiz, hem dışarıdan gelen şekerden aldığımız gümrük resminden zarar edeceğiz; hem daha pahalı şeker yapmak için, ucuz şeker almak gafletine düşeceğiz!
Bundan vazgeçmek lazımdır" derler. İnönü açıktan bir şey söylememekle birlikte genel davranışı ile destekler görünerek Bayar'ın bu teşebbüsten vazgeçmesini bekler. Oysa Bayar fabrikanın makinelerini çoktan sipariş etmiş, binasını yapmış, hatta çevredeki müstahsille pancar mukaveleleri imzalamıştır.
Bunca işlem yapıldıktan sonra Bayar'dan dönmesini beklemektedirler.
İnönü'nün Bayar'ın yüzüne bakarak cevap beklediğini görünce elindeki kalemi masaya fırlatıp:"Bu seviyede bir konuşmanın tartışmasına girmekte mazurum" der.
Büyük bir sessizlik olur. Birkaç gün sonra İsmet, Bayar'ın bakanlığına gelerek yapılan işler hakkında bilgi alırken Bayar, şeker fabrikasına da temas eder.
Bunun üzerine İsmet, Bayar'a yumuşak bir ses tonuyla :"Bu işten vazgeçemez misin?" der. Bayar kestirip atar: "Böyle bir sorumluluğun altına giremem, emrederseniz, ayrılayım!"
Bunun üzerine muhtemelen Atatürk'ün tepkisinden çekinen İsmet’in telaşla mukabele eder: "Yok, yok! Ben sadece düşünceni öğrenmek istedim."
İşte Turhal Şeker Fabrikası böyle kurulmuştur.
Şimdi bir Atatürk'ümüz yok ki millete yapılan hizmetlere arka çıksın.
Unutmayalım sosyal devletin görevlerinden birisi de muhtaç durumdaki vatandaşının asgari ihtiyaçlarını (barınma, beslenme vs.) karşılamaktır. Halkımız biraz bilinçlenip devlet idaresinde vaki uygulamada yapılan suiistimalleri mutlaka önlemeli ve engellemelidir.
Atatürk’ün Rahatsızlığı, Seçimler ve İsmet Paşa’sız Bir Meclis:
Atatürk'ün rahatsızlığı giderek artıyor, sonsuzluğa da o denli yaklaştırıyordur.
Celal Bayar sürekli O'nu ziyarete gidip durumu hakkında bilgi almaktadır. Bu günlerden birisini Bayar'dan dinleyelim:
"Atatürk'ü ziyarete gitmiştim. Nisbeten iyi görünüyordu. Odada şu an hatırlayamadığım başkaları da vardı. Nasıl oldu bilemiyorum, birden söz seçimlere atladı.
Atatürk:"Seçimler için ne düşünüyorsun Celal Bey?" dedi.
Seçimler gerçekten yaklaşmaktaydı fakat Atatürk'ün bu hastalığı sırasında seçimlerle kendisini yormak istemiyordum:
- Daha biraz vaktimiz var-dedim-fakat siz ne emrederseniz, o olur.
- Yapabilir misin?
- Muktedirim!
Atatürk biraz durdu, düşündü, sonra:
- Dursun, ilerde düşünürüz... dedi."
Bilinmeyen Atatürk kitabının yazarı İsmet Bozdağ'ın bu konuyla ilgili bulduğu ipuçlarını burada nakletmek istiyorum.
"Celal Bayar gibi hafızası sağlam bir devlet adamı, Atatürk'ün yanında, seçim gibi son derece önemli bir konu konuşulurken odada kimlerin olduğunu unutacak soydan biri değildi.
Demek kimlerin bulunduğunu söylemek istemiyor.
Niçin söylemek istemesin?
Eğer söylenmesinde sakınca olmayan kişiler olmasaydı, saklamazdı. Söylenmesi sakıncalı kişiler kimler olabilir? Atatürk'ün yatak odasına bilen bu kişiler kim olabilir?
Söylendiği takdirde orada bulunduklarından ötürü, konuyu aydınlatacaklarından, bir takım yorumlara yol açacaklarından ötürü adları saklanmış bulunsun!
Konu seçimle ilgili olduğuna göre demek en azından milletvekili, bakan, Atatürk'ün yatağı başında bulunduklarına göre yakın çevresinden olmaları gerekli... Peki bu özelliklere kimler haizdi?.. Salih Bozok, Kılıç Ali, Hasan Rıza Soyak, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras...
Bu Atatürkçü grubun yeni bir seçim yapılarak İsmet İnönü'nün meclis dışı edilmesi hazırlıkları içerisinde oldukları İsmet Paşa grubu tarafından öne sürüldüğüne göre; Bayar'ın bulunduğu o toplantıda bu grup fikirlerini Atatürk'e açmışlar, "İsmet Paşa'sız bir Meclis" fikrini kabul ettirmişler, Atatürk de bunun üzerine orada hazır bulunan Bayar'a sözü edilen bu seçimi sormuştur. Nitekim Bayar'ın cevabı anlamlıdır.
"Daha vaktimiz var ama siz ne derseniz o olur."
Anlaşılan Atatürk'ün "diyeceğinin olacağına" fazla güveni yoktur; sorar:"Yapabilir misin?" Bu ikinci sorudan da seçimin normal bir seçim olmadığı iyice anlaşılıyor.
"İsmet Paşa taraftarlarına rağmen, bu adamlarla beraber, İsmet Paşa ve yakın adamlarını dışlayarak bir seçim yapabilir misin?" sorusunun sorulduğu meydana çıkıyor.
Bayar buna "muktedirim" diye cevap veriyor ama Atatürk o kanıda değildir:"Dursun, ilerde düşünürüz." diyor, demek üzerinde bolca düşünülmesi gereken bir seçimdir bu.
Ayrıca İsmet Bozdağ, Falih Rıfkı Atay'ın ÇANKAYA adlı kitabında bahsi geçen Atatürk'ün Vasiyeti ile ilgili bir meseleye de parmak basıyor.
Atatürk açıklanmayan vasiyetinde İsmet Paşa'nın biraz önceki Atatürk'ü canları kadar seven bu gruba kindarlık ile zarar verebileceğini düşündüğünden İsmet Paşa'nın -eski bir arkadaşı olmasına rağmen- ülke dışına çıkarılmasını vasiyet etme ihtimali büyüktür.
Bu ihtimali güçlendiren bir başka delil "Atatürk'ün Vasiyetnamesi'nde İsmet Paşa'nın çocuklarına aylık bağlamasıdır.
Eğer İsmet Paşa, kendisinin yerine Cumhurbaşkanı olacaksa, çocuklarına aylık bağlamanın anlamı yoktur.
Elbette Paşa, kendi çocuklarının eğitilmesi için gerekli paraya her zaman sahip olacaktır. Fakat tasarlandığı gibi, bir seçimle Meclis dışında bırakılacak olursa, kendisine dışarıda bir vazife verilse bile, paşanın gitmek istememesi ihtimali vardır.
Bu takdirde elbette sıkıntıya düşecektir.
Bu durumda hiç değilse çocukları bundan zarar görmemelidirler.
Şimdi vardığımız yerden olaylara bakınca Atatürk'ün İsmet Paşa'nın çocukları için aylık tahsis etmesi garabeti aydınlanmış olur."
Atatürk’ün Ölümü ve Milli Şef Dönemi:
Atatürk ölmüş ve Milli Şef dönemi resmen başlamıştır.
Cumhurbaşkanı seçildikten sonra İnönü'yü tebrik etmeye giden Bayar'a kabineyi kurması için görev verilmiştir.
Bu görevi aldıktan sonra İsmet'in yanından ayrılan Bayar, yolda Kazım Özalp ile karşılaşır. Özalp,O'nu İnönü'ye karşı uyarmak için:"Kâle Atatürk yok."(Artık Atatürk yok, ona göre adımlarını dikkatli at.) der.
Karşılıklı bakışıp susarlar. Birkaç gün sonra yeni kabinenin programını İnönü'ye gösterirken çözümlenmesi gereken bir nokta ortaya çıkar.
Uygun bir formül bulamayınca Bayar: "Atatürk'ün bu konuda bir formülü vardı." der.
İnönü telaşla iki elini havaya kaldırarak şöyle haykırır: "Onu bırak, sonra kendileri bir fikir bulamıyorlar da Atatürk'ün fikirlerini kullanıyorlar, derler."
(Şimdi söyleyin Allah aşkına, Atatürk'ün fikirlerinden bu kadar korkan bir adam nasıl oldu da Cumhurbaşkanlığı makamına kadar geldi?)
Jön Türkler ve Bizim Çakma Vatanperverler
Celal Bayar'ın da bir dönem aktif rol aldığı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önemli kişilerinden olan Ferit Tek, Abdülhamit aleyhine bazı hareketlere girdiği ve yakalandığı için Fizan'a sürülmüş; Bir süre orda kaldıktan sonra bölge komutanı Recep Paşa'nın göz yummasından yararlanarak Fransa'ya kaçmış ve Paris'te Siyan Politik tahsili yapmıştır.
Buradaki profesör ona derslerinde başarılı olduğu için sürekli yardım ediyor, yakından ilgileniyor ve çeşitli kitaplar salık veriyormuş. Hakkında bildiği tek şey ise "Osmanlı" olduğu imiş ama ne dinini ne de milliyetini bilmiyormuş ve sormamıştır.
Bir gün: "Ne yapıyorsunuz Fransa'da?" diye sorunca, Ferit Tek de Jön Türkler'den olduğunu memleketindeki istibdat idaresini yıkmak için çalıştığını, ülkesine hürriyet ve parlamenter rejim götürmek istediğini heyecanla anlatmış.
Sözleri bittiğinde: "Sen kendini vatansever olarak mı görüyorsun?" deyince "Elbette!" diye cevap vermiş. Bu söz üzerine üzüntülü bir yüzle: "Sen vatansever değil, vatan hainisin!" demiş. Kendisini savunmaya geçen Tek'i dikkatle dinledikten sonra anlatmaya başlamış: " Fransa da bu dönemlerden geçti.
Vatanseverlikle, vatan hainliği bazen birbirine karışır. İyi niyetli olmak, vatansever olmak için yeterli değildir, hareketiyle vatanına yarar sağlamak lazımdır.
Siz ülkeniz için özgürlük ve parlamenter rejim isterken kendinizi düşünüyorsunuz, ülkenizi değil! Sizin ülkeniz, birçok milletten ve dinlerden kurulu bir imparatorluk. Nitekim bu yekpare bir imparatorluktur. Eğer özgürlükçü parlamenter rejimi memleketinizde uygularsanız, başka dinden, başka milletlerden olan milletvekilleri, Türklerden çok daha fazla olur ve bundan Türkler değil öteki milletler yararlanır. (Buraya dikkat ediniz!) Çünkü Parlamenter rejim sizi en sonunda Anadolu'nun bir parçası içine kapatır, bütün öteki milletler sizden ayrılırlar. Eğer hedefiniz bu ise çalışmanız doğrudur. Yok, Osmanlı'nın canlı ve güçlü olmasını istiyorsanız, kendi aleyhinize çalışıyorsunuz, o zaman da size vatan haini dediğim için kızmamanız lazım."
Ferit Tek, Profesörün bu laflarından oldukça gocunmuş, ancak 1908 devrimi başarıya ulaşınca ve imparatorluğun yaprak dökümü başlayınca, onun ne kadar haklı olduğunu çok iyi görmüştür. Ama çok geçtir.
Bunun üzerine şu sözü söyler: "Biz 'Genç Türkler' değil, 'Toy Türkler'mişiz."
Bu söylediklerimden parlamenter rejim karşıtı olduğum anlaşılmasın. Elbette şartlar olgunlaştığında parlamenter rejim gelecekti ve şu günün şartlarında daha iyi bir yönetim şekli yoktur. Ben bu örnek ile bugün Türkiye için çalıştığını düşünerek bu ülkeye zarar veren ve farkında olmadan bazı "çakma vatanperver" akımlara kapılan kardeşlerimizi uyarmak istedim.
Profesörün şu sözüne kulak vermek gerekir.
"Vatanseverlikle, vatan hainliği bazen birbirine karışır. İyi niyetli olmak, vatansever olmak için yeterli değildir, hareketiyle vatanına yarar sağlamak lazımdır.
Gerçek Vatanperver Yassıa'da Yolcuları
İşte bu vatan için canını dişine takıp çalışan kadrodan bir kısmı, bu çalışmalarından dolayı ödüllendirilmeye Yassıada'ya hücum botlarla götürülmektedir. Tek eksik Adnan Menderes'tir. O'nun şehadet şerbetini içtiğinden habersizdirler. Nereye gittiklerinden de...
Ancak niçin götürüldüklerini bilmektedirler. Asılacaklardır.
Celal Bayar içinden "insan bir kere ölür" demektedir ancak insanın bir kere doğduğunu da bilmektedir. Ancak Milli Mücadele yıllarında defalarca ölümden dönmüş biri olduğundan pek zararlı görmemektedir kendini.
Madem Demokrat Parti iktidarının mesulleri olarak ölecekleri, hiç değilse Demokrat Parti'nin insan yapısının ne ölçüde vatansever olduğunu göstermenin de onların vazifesi olduğunu düşünüyordu.
Onun için sessizliği bozup Dışişleri Bakanı F. Rüştü Zorlu'ya yüksek sesle sorar:
-Ortak Pazara girme teşebbüsümüz, hangi noktada kalmıştı Rüştü Bey?
Yiğit arkadaş Zorlu hiçbir duraksama yapmadan sanki bakanlar kurulunda izahat veriyormuş gibi, ciddi ve sakin bir sesle konuşmaya başlar. Hücum bot mürettebatı taş kesilir, şaşkın gözlerle onları seyretmeye başlarlar.
Düşünün Allah aşkına, Onlar nereye götürülüyorlar, ne konuşuyorlar...
Bu ciddi konuşma Yassıada'ya kadar sürer. Moralleri çökenler de toparlanırlar. Adaya ayak bastıklarında, kaderini şerefle bağrına basmaya hazır bir kafile haline gelirler.
Önce önden kelepçelenmiş elleri arkalarından kelepçelenir. Sonra da teker teker hücrelere tıkılırlar. Ellerin arkadan kelepçelenmesi bağlı kalmanın en güç pozisyonlarından biridir Yaşı ilerlemişler, şişmanlar ve kolları kısa olanlar için bu zulüm daha da meşakkatlidir.
Elleri arkalarından kelepçelenmiş bu güzel insanların her biri, ot yatakların üzerine koyun gibi yıkılmış ve sırası geldikçe tutulup götürülmeyi beklemektedirler.
Kendi içlerinde bir muhasebeye dalarlar. Evet, suçsuzdurlar. Suçsuz yere idam edilmek. Buna şükrederler. Ya millete ihanet etmiş olsalardı. O zaman bu vicdan azabı öldürürdü onları. Vicdanen müsterih, asılacakları anı beklerken -kelepçe, bileklerini kan içerisinde bıraktığı için acıya dayanamayan Emin Kalafat'ın yalvarışı duyulur : "Ne olur, önce beni asın!" Sonrasında hücrelerden gelen bir besmele sesi ürpertir onları.
Agah Erozan, yanık bir sesle Kur'an tilavetine başlar. Bu yanık Kur'an sesi, cehennemî dehşeti yaşayan hücreleri doldurur. Sanki bu ses, hücum botları da, Yassıada Cehennemi'ni de, İmralı Adası'nın çileli hayatını da bastırır, ezer ve hâkim olur.
Hücrelerinden alınıp götürülen F.Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan asılarak şahâdet makamına yürümüşlerdir. Herkesin gözleri kapıda, içeri girecek görevlileri beklerken, bir duraksama olur. Sonra herkesin hücresine hemen hemen aynı anda giren görevliler bilekleri kesen kelepçelerin azabına son verir ve onları bir salonda toplarlar.
Asılmayacaklardır. Ölüm cezaları, sözde müebbede çevrilmiştir.
Celal Bayar'ın tasviri ile Sanki bütün olay-arkasında ahiret olan- bir buzlu camın üstünde yaşanmıştır. Sonra taş gelip camı kırmış, onlar için yaşamak yeniden başlamıştır.
Bu duygular içindeyken Bayar'ın yanına Ada Komutanı yanaşır. Yüzünde yılışık bir ifade ve şımarık bir tebessüm, daha doğrusu sırıtma! Eliyle omzunu tutarak:
-Eee, kefeni yırttın yine, hadi geçmiş olsun!
Hayatında hiç öfkelenmediği kadar öfkelenir. Omzunu silkeleyerek elinin ağırlığından kurtulurken:
“Bakın Kumandan Bey, ben ölümden korkmam ama laubalilikten nefret ederim!”
Hayretten açılmış gözleriyle, çizgileri gevşemiş yüzü görülecek şeydir doğrusu.
Görüldüğü üzere sevgili dostlar, millet için çalışanlar hiçbir zaman unutulmamıştır ve unutulmayacaktır. Ancak milletin değil de kendisinin menfaatini düşünenler değil banknotlara, yeryüzüne bile kendi fotoğraflarını bastırsalar unutulmaya ya da tahkirle anılmaya mahkûm olacaklardır.
-SON-