26 Mayıs 2015 Salı

27 Mayıs 1960 - 27 Mayıs 2015 = Lânetli gün, dönmelerin kalkışması ve hukuk dışı isyanın 55. ci yıl dönümü!..

Demokratlar Kulübü Başkanı; Beş (5) Dönem İzmir Milletvekili; (Eski) Sanayi-Çalışma ve Milli Eğitim Bakanı Av. Ali Naili ERDEM’in: 27 Mayıs 1960’ın 55. Yıl Dönümü Mesajı...

Ali Naili ERDEM
Demokratlar Kulübü Başkanı
27 MAYIS 1960
Ali Naili ERDEM 
Demokratlar Kulübü Başkanı
14 Mayıs 1950’den, 27 Mayıs 1960 tarihine uzanan ON ALTIN YIL…
Devletin itibarının bayrak, bayrak dalgalandırıldığı “Türk’ün unutturulmuş meziyetlerinin ati’nin (geleceğin) yüksek ufkunda bir güneş gibi parlayıp doğduğu” onurlu, şerefli ON YIL…
Çalı dibinde unutulmuş insanını, uygarlığın tahtına, gönül rahatlığı ile yükseltenlerin, Demokrat Parti’lilerin zaferi.
Devletin zenginliğini, halkın zenginlik ve mutluluğunda gören; “Devlet halk için vardır” ilkesini iktidar yapanların, sevgiyle taçlandırdığı ON YIL;
Demokrasi ile bütünleşen Cumhuriyete, Atatürk ilke ve inkılâplarına saygıyla ve inançla bağlananların unutulmaz destanı…
Ve, halkına bir kara sevda ile bağlı, Köroğlu misali Hak Âşığı; Ferhat misali ömrünü heba eden, hayatını millete adayan bir Lider..
ADNAN MENDERES
Üstün bir insan.
Kıblesi belli.
Bayrağını, Kur-an’ı gibi yüreğinde taşıyan bir medeniyet savaşçısı;
Manâ’nın Sultanı; Madde’nin efendisi;
Kat’ı, Yat’ı, Helikopteri olmadan, halkının zengin gönlünde varlığını sürdüren bir efsane, faziletler odağı;
Mütevazı, sevecen ve hassas bir ruh;
Çıplak imanında, yoksulluk kaderini yok eden bir idealist.
Veren elin, alan elden üstün olduğu idrakiyle; Kafasını, kalbini, yüreğini, bileğini milletine adamış bir modern VELÎİ;
Allah’a sığınmış, katıksız bir Mümin;
Ten’de can olan, Türkiye tutkusu…
… VE KISKANDILAR!
Ayakları üzerinde durabilecek hale gelen özgür ve güçlü, zengin bir Türkiye’ye dost olamayanlar; Hiçbir haklı sebebe dayanmaksızın, hasetle üzerlerine çullandılar.
Dolayısıyla,
27 Mayıs; Baştan sona siyasal bir CİNAYETTİR.
Yassı ada; Tükenmiş, ruhsuz ve Allahsızların, her türlü melânet ve insanlık dışı entrikalarına maruz ve muhatap olarak: “Demokrat Parti siyasi iktidarı, nezih kadroları ve seçilmiş mensuplarını hapsettiği” büyük bir utanç ve yüz karasıdır.
İşkencenin, seviyesizliğin, utanmazlığın, yalan ve iftiranın her çeşidinin uygulandığı yassı ada’dan Demokrat Parti bütün ihtişamıyla çıkmıştır.
Ne yazık ki;
O günlerin, kuzu postuna bürünen kurtlarını, bu gün hatırlayan yok!..
Oysa MENDERES, yaşamından daha güçlü olarak, Milletin sinesinde yaşıyor.
Bu şahadet mertebesine ulaşmış kutsal kişilere, Allahtan Rahmet niyaz ediyorum.
(*) Ali Naili Erdem: 1927 İzmir, Kemalpaşa doğumlu ve Ankara Hukuk Fakültesi mezunu Avukat. 1961-1980 arası 1, 2, 3, 4 ve 5. dönem İzmir Milletvekili. Sanayi, Çalışma (iki defa) ve Millî Eğitim Bakanlığı yaptı. 1980 askeri darbesinden sonra ülkenin çeşitli İl ve İlçelerinde konferanslar verdi. Radyo ve Televizyonlarında konuşmalar yaptı.
Demokratlar Kulübü Derneği Başkanı Erdem, evli ve üç çocuk babasıdır.
             ***
AB sürecine ilk darbeyi 27 Mayıs vurdu
Esat KIRATLIOĞLU (*)
Eski bakanlardan Ahmet Esat Kıratlıoğlu, 27 Mayıs darbesinin perde arkasını Yeni Asya’ya değerlendirdi.
1959’da ilk müracaat eden, başbakan Menderes’ti
AB’nin ilk kurulduğundaki adı Ortak Pazar’dı; Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET). Buna 1959’da ilk müracaat eden, Başbakan Menderes’tir. Peşinden 27 Mayıs ihtilâli oldu. 1963’te Ortak Pazar’la Ankara Anlaşması imzalandı. Ondan sonra AP hükümetleri zamanında biz bunu geliştirdik. Ardından 12 Mart muhtırası yine Türkiye’nin AB sürecine sekte vurdu.
Önce Ecevit reddetti, sonra 12 eylül ihtilali geldi
1979’da Türkiye, Yunanistan ve Portekiz’e çağrıda bulunuldu; “Asil üye olarak alınacaksınız” diye. O zamanki Başbakan Ecevit, “Onlar ortak, biz pazar” diye reddetti. Yunanistan ve Portekiz “Evet” dedi ve girer girmez—üye oldukları için—bu iki ülkeye 30’ar milyar dolar yardım yapıldı. Ardından 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Türkiye’nin AB yolculuğu yine inkıtaa uğradı.
Darbeler olmasaydı, Türkiye çoktan AB’ye girmişti
27 Mayıs, 12 Mart ve en son 12 Eylül darbesiyle Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşması ve demokratik düzenin hâlâ oturmamış olmasından dolayı AB süreci de sürüncemeye girdi ve nihayet bu noktaya geldi. Bu müdahaleler olmasaydı, Türkiye bugün çoktan AB üyesiydi ve fert başına millî gelir en az 30 bin doların üzerinde olacaktı.
AB sürecine ilk darbeyi 27 Mayıs vurdu
Ülkeyi 27 Mayıs’a götüren sebepler sizce nelerdi? Demokrat Parti iktidarı niçin 27 Mayıs darbesine mâruz kaldı? 
Rahmetli Menderes, Türkiye’yi sanayileşmek hedefine yönlendirmek istiyordu. Bunun için dövize/paraya ihtiyaç var. Bu maksatla, mâlum 1959’ün Ekim’inde Amerika’ya gider ve 200 milyon dolar borç ister. Amerikalılar, “Siz ne yapacaksınız bu parayı?” diye sorarlar; Menderes, “Sanayileşmek için kullanacağım” cevabını verir. Amerikan yetkilileri, “Siz bırakın sanayii, tarım ülkesisiniz, tarımda gelişin” diye karşılık verirler. Açıkçası, sanayide kendilerine bağımlı kalmak için Menderes’e, Türkiye’ye o parayı vermezler…Bunun üzerine merhum Menderes bu kez Almanya’ya gider. Dışişleri Bakanı merhum Fatin Rüştü Zorlu’nun hâtıralarında okudum. O zaman uzun yıllar Ekonomi Bakanlığı yapan Alman Başbakanı Profesör Ludwig Erhard’la görüşür. Erhard, Menderes ve beraberindekilere Ren nehri üzerinde bir seyahat-tur tertipler, gemide çok büyük bir iltifatla mükellef bir ziyafet verir. O arada Menderes, Erhad’a “Sizden bir talebim olacak, bana 200 milyon dolar kredi açacaksınız” der. O da “Ne yapacaksınız?” diye sorar. “Türkiye’yi sanayileştirmek için kullanacağım, sanayileşmeye yönlendireceğim” cevabını verir. Erhard da, “Sayın Başbakan, ne yapacaksınız sanayileşmeyi? Siz bir tarım ülkesisiniz ve tarım ülkesi olarak gelişin, Türkiye’ye daha hizmet etmiş olursunuz…” karşılığını verir…
Bu ifâdeden fevkalâde rahatsız olan Menderes, elini masaya vurur ve Zorlu’ya dönerek, “Kalk Fatin, gidelim!” deyip, Erhad’ın elini bile sıkmadan gemiyi terk eder…
Menderes, Türkiye’ye döndükten sonra Haziran’ın 15’i civarında Rusya’ya gidip bu konuları konuşmak için ziyaret ayarlanır. İşte tam bu safhada 27 Mayıs ihtilâli gerçekleşir.
Belli ki Menderes’e parayı vermeyen Amerika, Rusya ile işbirliğinden de rahatsız olmuştur. Bu durum, daha sonra 12 Mart öncesi Demirel’in Başbakanlığındaki Adalet Partisi hükûmetinin Ruslarla işbirliği yapıp Seydişehir Alüminyum Tesisleri, İskenderun Demir Çelik Fabrikası ve sair sanayi tesislerini kurmasına benzer ki, Amerika, Türkiye’nin Rusya’ya yönelmesini istememektedir, rahatız olmaktadır.
Daha sonra 12 Mart ve 12 Eylül darbe ve muhtıralarında parmağı olduğu gibi, 27 Mayıs ihtilâlinin arkasında da Amerika vardı. Amerika, Türkiye Rusya’nın etkisine girer diye ordunun içine girerek darbe yaptırdı. 27 Mayıs’ın bâriz sebeplerinden biri bu…
Neticede denilebilir ki, ekonomi her şey yolunda iken, kanlı 27 Mayıs darbesi, Türkiye’nin sanayileşmesinin önünü kesmek için dayatıldı…
O arada 27 Mayıs öncesi Türkiye’de politik ortam da çok gergindi. 1950’de 60 küsur milletvekili olan CHP, ’54 seçimlerinde 33 civarında milletvekiliyle kalırken, 57 seçimlerinde 175 milletvekili kazandı. Türkiye’de bir takım huzursuzlar başgösterdi…
Politik arena kaynamaya başladı. O zaman Türkiye’de sıkıyönetim olduğu için gazeteler doğru dürüst haber veremiyorlardı. Kamuoyu, vatandaşın “fısıltı gazetesi”yle “dedikodu haberleri”ne kalmıştı. Bu “haberleri” yayan “fısıltı”yı, propagandayı geliştiren de yine CHP’ydi.
İşte, “Yüzlerce talebe kıyma makinelerinde Et Balık Kurumunda yem yapıldı”, “Talebeler Konya ile Ankara arasındaki kör su kuyularına atıldı” gibi dedikodular, iftiralar yaydırılıyor, büyük bir sıkıntı meydana getiriliyor, sol sokağa dökülüyordu…
O zaman (1959’da) Viyana Üniversitesi’ni bitirmiş, doktorayı yapmış, Türkiye’ye gelmiştim; bütün bunları bizzat yaşadım. O zaman Batman’da idim-mâlum televizyon henüz yok-radyoda bütün bunları çok ilgili olduğum için dinliyor, yakından tâkip ediyordum. Zaten ağabeyim de Demokrat Parti milletvekili, âilece Demokrat Partiliyiz…
Rahmetli Menderes, hiç unutmam hâlâ kulağımda- çok nâzik sesiyle radyoda, “Sayın vatandaşlar, bu dedikodulara inanmayın. Hiçbir öğrenci Et Balık Kurumunda kıyma makinesine gönderilmemiştir, olacak iş mi bu? Bu İslâmiyete, insanlığa sığar mı, bu yapılabilir mi? ‘Konya ile Ankara arasındaki kör su kuyularına öğrenciler atılmış-öldürülmüş’ diyorlar, bu asla mümkün değil, büyük bir bühtandır. Şimdiye kadar iki tane öğrenci öldü. Birisi (Ankara Sıhhiye’deki) talebe nümâyişlerinde bir polisin korkutmak için yere ettiği ateşin taştan sekip isâbet etmesiyle... Diğeri İstanbul’daki gösterilerde tankın üzerine tırmanan bir öğrenci düşüp tankın altında kalmasıyla. Onun hâricinde ölen hiçbir öğrenci yok, inanmayın…” diyordu.
Ancak karşı propaganda o denli etkili idi, dedikodular o derece yaygın idi ki, biz bile etkisinde kalıyorduk. 
Menderes’in konuşmalarına neredeyse biz bile inanmıyorduk…
Ve de 1959’un yazında bir münasebetle Aksaray’a gittim; daha sonra Ankara’da ağır ceza mahkemesi başkanlığı yapan bir akrabam vardı, hukuk fakültesinde okuyordu. Oturduk bunları konuşuyoruz. “Abi, arkadaşımızın birisi polis kurşunuyla Hukuk Fakültesi önünde kucağımda öldürüldü” demişti.
Yassıada Mahkemelerinde gerçek ortaya çıktı; rahmetli Menderes’in söylediği gibi iki tane öğrencinin öldüğü tesbit edildi. Sonra hâkim olan o akrabama söyledim, “Hani o kucağındaki ölen çocuk?”; “Ya abi valla ben öyle zannetmiştim” dedi. Yani dehşetli bir manipülasyon, etkili bir algı operasyonu yapıldı…
Gerçek şu ki, 27 Mayıs öncesinde tam bir tahrik havası vardı. Halk Partisi bu hava içinde Demokratik Parti’yi irrite etmek için elinden ne geliyorsa yapıyordu.
“Uşak’ta İnönü’yü taşladıkları, kafasına taş isâbet ettiği” haberi yaydırıldı. Gazeteci yazar Güngör Yerdeş, o günlere ait kitabında yazıyor ki, “Orada halk İnönü’nün aleyhinde gösteri yapıyordu. Taş atma hâdisesi yoktu. Fakat İnönü’nün yanında bulunan yöneticilerden birisi halka karşı el-kol hareketleri yaptı. Ve bunun üzerine taş attılar, o da İnönü’ye isâbet etti.” Ancak bu hâdise “İnönü taşlandı, kafasına isâbet etti, başı yarıldı” şâyialarıyla tahrikli bir şekilde propaganda edildi. Halbuki “taşlama” meselesi bu idi.
Bir de İnönü Kayseri’ye gidiyordu. Himmetdede İstasyonunda Kayseri Valisi durdurdu; “Paşam, Kayseri’de çok büyük infiâl var. Oraya geldiğiniz zaman büyük hâdiseler olur, ne olur ricâ ediyorum, şehre girmeyin, buradan ayrılın…” diye ricâda bulundu. Bu da çok istismar edildi. Çokça tahriklere âlet edildi.
O süreçte bilhassa İstanbul ve Ankara üniversitelerindeki profesörler çok büyük aleyhte durum meydana getirdiler, tahriklerde bulundular…
Kısacası 27 Mayıs itibarıyla Rahmetli Menderes ve o zamanki Demokrat Parti hükûmeti böyle bir kıskacın ve baskının altında. ABD’nin, “Menderes, Rusya ile işbirliği haline girecek” diye çekinmesi ve ordunun içerisine girerek orduya ihtilâli yaptırması; bunu halkı da tahrik ederek—zamanki CHP’nin—bu sıkıyönetimdeki olan olayları halka gazeteler intikal ettirmediği için “fısıltı gazetesi”iyle “şu oldu, bu oldu” diye propagandası, öğrencileri kışkırttı ve 27 Mayıs darbesine ortam hazırlandı. Ve Türkiye’nin önünü kesti, kesildi.
27 MAYIS İHTİLÂLİ, VATANA VE DEMOKRASİYE İHÂNETTİR…
Bütün bunlar muvacehesinde, 27 Mayıs ihtilâlinin genel bir değerlendirmesini yapar mısınız? 27 Mayıs darbesini nasıl tanımlarsınız?
27 Mayıs, Türkiye’nin demokratik düzen içerisinde gelişmesini, sanayileşmesini ve ekonomide kalkınmasını en az 50 sene geriye atan bir darbedir. Cumhuriyet döneminde Silâhlı Kuvvetleri her on senede bir darbe yapmaya vesile teşkil eden darbelerin temelidir.
Ve 27 Mayıs ihtilâli, vatana hıyânettir, demokrasiye hıyânettir. Aynı zamanda Türk Silâhlı Kuvvetlerinin vatandaşın gözünde, “memleketi ikiye ayıracak gruptur” diye öyle bir duruma getirmesi bakımından Silâhlı Kuvvetlere de yapılan bir ihânettir. Silâhlı Kuvvetleri “darbeci” olarak nitelendiren bir hüküm getirmesi bakımında da hıyânettir.
Her kim ki bugün ihtilâl peşindedir, ihtilâlcidir, ihtilâl arzusu gösteriyor; vatan hâinidir. Eğer 27 Mayıs olmasaydı, ondan sonraki ihtilâller de olmayacaktı. Ve bugün Türkiye’nin fert başına düşen millî geliri 30-35 bin dolar civarında olacaktı. Türkiye şu anda Avrupa’da sanayileşmiş, madden ve mânen kalkınmış endüstri ülkelerinin yanıbaşında yer alacaktı.
27 Mayıs ihtilâli, Türkiye’nin önünü kesti; demokrasiyi ve kalkınmayı tahrip etti…
DARBELER OLMASAYDI, KALKINMA EN AZ YÜZDE 10 OLURDU
27 Mayıs’ın ve darbelerin demokrasiyi inkıtaa uğratmasının yanısara ekonomiye yaptığı tahribatı, dünden bugüne kıyaslamalarla özetler misininiz?
İyi bir kıyaslama için evvela ekonomik durumu genel olarak ele almamız lâzım. 1923-39 dönemi arası, sabit fiyatlarla Türkiye’nin kalkınma hızı yüzde 7. 1950 ile 60 arası Demokrat Parti döneminde Türkiye’nin kalkınma hızı ortalama 6,3. Devamında Adalet Partisi iktidarında, 65-71 arasındaki-12 Mart muhtırasına kadar- kalkınma hızı yüzde 5,9 gerçekleşmiş. Özal’ın 1983-89 dönemindeki kalkınma hızı yüzde 4,9. AKP’nin 2003 ile 2013 sonu itibariyle kalkınma hızı, 4,87. 
Bir İngiliz düşünürü, “Eğer bir şeyi rakamla ifâde ediyorsanız, onu biliyorsunuz demektir” diyor. Hakikat şudur ki, bugünkülerin “Şunu yaptık, bunu yaptık” iddiaları değil; “yaptım” dedikleri bütün işler, bu 4.87 rakamıyla ortada. Demek ki Cumhuriyet tarihinde-ekonominin olmadığı İkinci Dünya Harbi yıllarını saymazsak-en düşük kalkınma hızı, AKP hükûmetleri zamanında olmuş. Bunlar Devlet İstatistik Enstitüsü rakamlarıdır.
Bu meyanda yine ekonominin durumunu belirleyen rakamlarına bakacak olursak; Demirel hükûmetleri döneminde (65-71 arasında) enflasyon yüzde 5,2 idi. Faizler ise yüzde 5,7. Şimdi ortalama enflasyon yüzde 9-10’un altına düşmüyor…
Neticede gerek cumhuriyet döneminde, Menderes-Demirel-Özal dönemleriyle mukayese edildiğinde, son 12 yıllık AKP döneminde gerçekleşen kalkınma hızı, en düşük kalkınma hızı.
Bu bakımdan şu gerçek açıkça ortadadır ki, eğer Demokrat Parti’ye 27 Mayıs darbesi ve Adalet Partisi’ne iki defa dayatılan-12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980- darbeleri olmamış olsaydı, Demokrat Parti’den sonra devamı olan Adalet Partisi ve Doğru Yol Parti iktidarlarının gerçekleştireceği kalkınma hızı, kimsenin şüphesi olmasın, yüzde 10’un altında olmayacaktı…
27 MAYIS VE ARDINDAKİ DARBELER, AB SÜRECİNİ İNKITAA UĞRATTI
27 Mayıs ihtilâli ve peşinden dayatılan darbeler olmasaydı, Türkiye, Avrupa Birliği’nde (AB) nerede olurdu?
Biz zaten AB’nin içinde idik. O zaman Ortak Pazar’dı, Avrupa Ekonomik İşbirliği (AET). Buna ilk müracaat eden 1959’da Menderes’tir. Peşinden ihtilâl oldu. 1963 Ankara Anlaşması imzalandı. Ondan sonra AP hükümetleri zamanında biz bunu geliştirdik. Ardından 12 Mart muhtırası yine Türkiye’nin AB sürecine sekte vurdu.
1979’de, seçimlerden ve Ecevit’in istifasından önce Başbakanlığı döneminde, bütün bu ortaya koyduğumuz performans ve gelişmeyle, Türkiye, Yunanistan ve Portekiz’e çağrıda bulunuldu; “Sizi asil üye olarak alınacaksınız” diye. O zaman Ecevit, “Onlar ortak, biz pazar” diye resmen reddetti. Yunanistan ve Portekiz “evet” dedi ve girer girmez-üye oldukları için-bu iki ülkeye 30’ar milyar dolar yardım yapıldı. Ardından da zaten malûm 12 Eylül 1980 darbesi oldu, Türkiye’nin AB yolculuğu yine inkıtaa uğradı ve bu durumlara geldi. Halen de çıkmazda devam ediyor.
Yani 27 Mayıs, 12 Mart ve en son 12 Eylül darbesiyle Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşması ve demokratik düzene hâlâ oturmamış olmasından dolayı AB süreci de sürüncemeye girdi ve nihayet bu noktaya geldi. Seçim Kanunu, Siyasî Partiler Kanunu hiçbiri yapılmadı. AB’nin istediği uyum yasaları yeterince çıkarılmadı, uygulamalarda başarısız kalındı.
Hulâsa, gayet açıktır ki, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül demokrasiye müdahaleleri olmasaydı, Türkiye bugün çoktan AB üyesiydi ve fert başına millî gelir en az 30 bin doların üzerinde olacaktı… (27 Mayıs 2014, Salı-Yeni Asya, Cevher İlhan-cev­her@ye­ni­as­ya.com.tr)

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Namuslular da, EN AZ "namussuzlar kadar" cesur, atılgan, çalışkan ve sağlam; Bilhassa çok onurlu, mutlak sorumlu ve her daim bilinçli, "farkında" olmalıdırlar!..

Her derece ve düzey SEÇİM'lerde; Seçim sürecinin en onurlu biçimde; Eşit, adil, saydam ve dürüst işlemesini sağlayamayan; Sandığa var gücüyle sahip çıkmayan; Seçim öncesi hazırlık dönemi ve sandık başı ile seçim sonrası hile-desise, alçaklık ve nitelikli sahtekârlıklara karşı "YETERLİ VE GEREKLİ" önlemleri almayan ve "ta ki, gerçek, adalet ve hakikat tecelli edinceye kadar" tam bir dirayet, yüksek irade ve faziletle hukuk mücadelesi vermeyen Parti "keellem yekün yok", mensupları ve bilhassa sorumlu yöneticileri onursuz, sorumsuz, namussuz, insanlık, adalet, hukuk ve millet düşmanı hükmündedir!... 
ÇÜNKÜ!.. 
"Hüküm ve Hikmet, sadece ve yalnızca ADALET ile kaim ve mümkündür"
B İ L İ N E  

19 Mayıs 2015 Salı

Trabzon halkı buna oy verirse; Ya "bütün soy değerlerini yitirmiş" ya da "soydan bozuk, asaleten soysuz" demektir!... Hakikatte hilâf yoktur biline..

Çok “Soylu” bir siyasetçi!..
Emin ÇÖLAŞAN
 Sevgili okuyucularım, Türkiye tam bir dönekler ülkesi oldu. Piyasada çok sayıda dönek siyasetçiler, gazeteciler vesaire at koşturuyor.Bunlar dün ana avrat sövdüklerinin bugün kucağına oturanlardır.
Dün övgü yağdırdıklarının bugün karşısına dikilenlerdir.
Adam düne kadar Fethullah’ın sağ kolu ve gazetedeki sözcüsüydü. O bir şey yazınca hocaefendinin onayından geçmiş olduğunu herkes bilirdi.
Gün geldi, 180 derece döndü ve cemaate sövmeye başladı.
Adam Tayyip’e en ağır sözlerle saldırırdı. Gün geldi AKP’ye girdi, yükseldikçe yükseldi ve genel başkan yardımcısı oldu.
Şimdi Trabzon’dan milletvekili adayı!
Sözünü ettiğim soylu siyasetçinin adı Süleyman Soylu…

Geçmişte DYP gibi çeşitli partilerde görev aldı, ismi var cismi yok Demokrat Parti’nin genel başkanlığını yaptı.
Baktı ki olmuyor, en sonunda AKP’ye transfer oldu.
Transfer olayı öncesinde AKP ve Tayyip için en ağır sözleri söyler, onları köşeye sıkıştırırdı.
Tayyip için “Padişah olmak istiyor” diyen kendisiydi.
Bakalım daha başka neler söylemiş!..
Tayyip’in attan düşmesi sonrasında:
“Atın üzerinde duramayan ülkeyi de yönetemez. Hükümet yolsuzluk çukurunun içindedir. Bu hükümete zıkkımın kökünü göstereceğiz…”
2008 yılında Aliağa’da: “Bu ülkenin herkese çatan ve kaos (kargaşa) yaratan bir başbakanı (Tayyip) var. Akşam eve gittiğinde karısının ve çocuklarının yüzüne nasıl bakıyor. Boynu bükük kalan esnafın ve çiftçinin yerine kendini koymuyor.”
“Kendisini Adnan Menderes’e benzetiyor. Onun adını bir daha ağzına alma. Sen kim Menderes kim…”
***
2008 yılında İzmir’de: “Hükümet yanlış ekonomi politikalarıyla bayramları da millete zehir etti. İnsanlarımız gülmeyi unuttu. Paçalarından yolsuzluk akıyor. Türkiye’de ihale ve yandaş belediyeciliği yapılmaktadır.”
2009 Kocaeli: “Halk 29 Mart’ta (yerel seçimlerde) hükümete zıkkımın kökünü gösterecek. Her üç gençten biri işsizlik girdabının içinde.”
2009 Derince: “Yolsuzlukla mücadele edeceğim diyen hükümet Türkiye’yi yolsuzluk çukuru içine batırdı. Tüyü bitmemişin hakkını yedirmeyeceğiz dediler ama her gün tüyü bitmemiş üzerinden siyaset yapıyorlar. Başbakan bu ülkeyi rant ülkesi yapmayacağım dedi ama rantın babasını getirdi.”
2009 Kastamonu: “Seçim sürecinde çok manidar işler oluyor. Başbakan kendisini padişah olarak görmek istiyor. Ülkemizde sadaka kültürü var. Türkiye’de her üç kişiden biri fukaralık sınırının altındadır. Eleştirilmesi gereken, insanları bu duruma düşüren hükümettir.”
***
Geçmişte söylediği bu sözlerin mürekkebi bile henüz kurumadı. Meydanlarda ve kapalı salon toplantılarında alırdı mikrofonu eline, bunları bağıra bağıra söylerdi.
İşin ilginç yanı, söylemlerinin hemen hepsi iki konu üzerinde yoğunlaşırdı.
- Tayyip’in padişahlık özlemi.
- Yapılan yolsuzluklar ve vurgunlar.
O zaman haklıydı, doğruları söylüyordu.

Yıl 2012…
Sonrasında neler oldu, nasıl pazarlıklar yapıldı ve ne gibi kulisler döndü bilinmez, bizim Süleyman büyük bir başarıyla adımını AKP’nin tam göbeğine attı.
Ama bu da yetmedi!..
İçeride görülmemiş bir hızla yükseldi veya yükseltildi, şimdi AKP’nin Teşkilatlardan Sorumlu Genel Başkan yardımcısı olarak görev yapıyor.
Geçmişte söylediği sözleri herhalde unutmuştu!
Yeni partisinden hiç kimse karşısına geçip “Eyy Süleyman geçmişte sen bize hakaretler yağdırırdın. Önce bu sözlerini geri al bakalım” demedi.
Kendisi de bu konuda hiçbir açıklama yapmadı, yapamadı.
Saf değiştirmiş olması yeterliydi!
* * *
Evet, Süleyman şimdi AKP Trabzon listesinde milletvekili adayı…
Hem de birinci sırada!
Önümüzdeki dönem Meclis’te olacak, orada da kürsüye çıkıp nutuklar atacak…
Geçmişte Tayyip ve AKP için söylediği sözler elbette gündeme gelecek, kendisine sorular sorulacak.
Acaba o zaman ne diyecek?..
Şimdi Trabzon’da seçim çalışması yapıyor.
Trabzon’da bir seçmen şunu sorsa nasıl bir yanıt verecek?
“Yaaa Süleyman, sen kısa süre öncesine kadar bunları söyleyen biriydin. Şimdi hangi yüzle bizden Tayyip ve AKP adına oy istiyorsun?.. O günlerden bu yana ne değişti de sen böylesine döndün?..”
***
Sevgili okuyucularım, zamanla her insanın fikirleri ve görüşleri bir miktar değişebilir ama 180 derece dönmek epeyce zordur! Her babayiğidin harcı değildir!
Bizim siyasetçilerde ve gazetecilerde bunu ne yazık ki çok sık görüyoruz.
Ama bizdeki döneklerin durumu, neden döndüklerinin açıklaması epeyce farklı!..
Onlar güce tapanlardır. 
Gücün karşısında ya korkmuşlardır, ya da kendilerine yeni avanta kapıları açılmıştır. 
Bu gibileri toplumun iyi tanıması gerekir.
Kendimden örnek vereyim!
Ülkemizi soyan hırsızları, namussuzları, şeriat düzeni getirmek için çaba harcayan din bezirgânlarını, yalancıları ve sahtekarları günün birinde övmeye başlarsam, başka bir deyişle onurumu yitirip “Dönek” olursam, biliniz ki aynı şeyler benim için de geçerlidir. 
Sizden ricam, o zaman suratıma bile bakmayın.
Arkamdan ve yüzüme karşı “Döneeek” diye bağırın.
Allah hiç kimseyi dönek yapmasın.
Amin!

Emin Çölaşan’ın notu: Gazeteci abimiz Oktay Ekşi’nin eşi saygın bilim insanı Prof. Dr. Aysel Ekşi aramızdan ayrıldı. Oktay abiye ve bütün ailesine sabır ve başsağlığı diliyorum. Allah rahmet eylesin.
--
Emin Çölaşan: İyi çalışmalar saygılar
-----------------
Bankaları soyarken kar maskesi ülkeleri soyarken din maskesinin yeterli olduğu ülkedir benim Ülkem

13 Mayıs 2015 Çarşamba

ESAT KIRATLIOĞLU: Hürriyetler DP'nin kuruluş felsefesidir...

Hürriyetler DP'nin kuruluş felsefesidir
Enerji ve Tabiî Kaynaklar ve Devlet eski Bakanlarından Esat Kıratlıoğlu ile Demokrat Parti’nin iktidara gelişini konuştuk. 
(Ankara, YENİ ASYA - 13 Mayıs 2015, Çarşamba) 
TAKDİM (1.BÖLÜM)
Parlamentoda 6 dönem milletvekilliği yapan, AP ve DYP hükümetlerinde Devlet Bakanlığı ile Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı yapan Esat Kıratlıoğlu ile, Demokrat Partinin iktidara gelmesinin 65. yıl dönümü dolayısıyla yaptığımız röportajda, DP öncesini ve DP’nin iktidara geldikten sonraki durumunu, 27 Mayıs darbesini konuştuk. Tarihi hatıralarını dinledik. İlerlemiş yaşına rağmen son derece dinç ve sağlıklı bulduğumuz Kıratlıoğlu ile evinde iki saate yakın sohbet ettik. Demokrat Parti felsefesini “hürriyetlerin genişlemesi ve kalkınma” olarak özetleyen Kıratlıoğlu, DP’nin ilk icraatının ezanı aslına çevirmek olduğunu söyledi. 27 Mayıs darbesinin esas sebebinin Menderes’in ABD ve Almanya’da alamadığı yardımı Rusya’dan istemesi olduğuna dikkat çeken Kıratlıoğlu, “Amerika Birleşik Devletleri, Adnan Menderes’in 8 Haziran’da Moskova’ya gitmesini engellemek ve Rusya’ya ticarî münasebetini engellemek için bu ihtilâli yaptırmıştır” diye konuştu. Kıratlıoğlu ile evinde gerçekleştirdiğimiz röportaj ile baş başa bırakıyoruz.
7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, kuruluşundan 4 yıl sonra, 14 Mayıs 1950’de milletimizin yüzde 53 oyunu alarak iktidara geldi. Bu 4 yıl da neler yaşandı. Türkiye 14 Mayıs’a nasıl geldi?
7 Ocak Demokrat Parti’nin kurulduğu tarihte ben Adana Lisesi son sınıfta öğrenciydim. Bir sömestre tatili münasebetiyle, karne tatili münasebetiyle Nevşehir’e geldim. O zaman Nevşehir’den belli başlı ailelerin kimseleri şoför mahallinde gider gerisi de kamyonun arkasında giderdi. Ben de o zaman Nevşehir Müftüsü Kıratlıoğlu Hoca’nın oğlu olduğum için bizi şoför mahalline alırlardı. Ve Niğde’ye gittik. Trende okurum diye istasyonda bir gazete aldım. Gazete manşetindeki, Demokrat Parti’nin kurulduğu havadisini öylece öğrenmiş oldum.
Demokrat Parti’nin kuruluş safhasına gelmeden önce şöyle ona doğru bir yaklaşımda bulunalım. Malûm Demokrat Parti’nin dört kurucusu vardır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Prof. Fuat Köprülü. Bunlar o zamanki Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekilleri ve Celal Bayar da başbakanlığını yapmıştır. Adnan Menderes Amerikan Koleji mezunu. Ankara’ya geldikten sonra da hukuk fakültesini bitiriyor. Fakat Adnan Menderes’in hususiyeti hiç Meclis’in kütüphanesinden çıkmayan ve devamlı surette okuyan bir insan.
O günlerde 1945 yılına doğru Türkiye’de bir takım sıkıntılı durumlar var. Hürriyetin daha belirgin bir şekilde vatandaşa intikal ettirilmesi ve bir de Toprak Kanunu var. Türkiye’de toprağın yüzde 80’i büyük toprak ağalarında ve bu toprağın köylüye dağıtılması şekliyle Toprak Reformu Kanunu çıkarıldı. Ve bu Meclis’te bayağı büyük bir gürültü yaptı sıkıntı yaptı. Ve Meclis’in havası değişti. Bir muhalefet meydana gelmeye başladı. Bu muhalefet havası içerisinde İsmet İnönü bir muhalefet partisinin kurulmasının gerekli olduğunu beyan etti.
DÖRTLÜ TAKRİRLE SERBEST SEÇİMLERİN YAPILMASINI İSTEDİ
Dörtlü takrir nasıl verildi?
Muhalefeti kurmak durumunda olan insanlar da biraz evvel bahsettiğim gibi Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Prof. Dr. Fuat Köprülü bunlar dörtlü takrir diye bir takrir verdiler. Bu dörtlü takrir reddedildi. Toprak Kanunu üzerinde ve ondan sonra hürriyetin tam manasıyla vatandaşa intikal ettirilmesi şekliyle çerçevelenen dörtlü takrir reddedilince şiddetli bir muhalefet başladı. Bu arada Adnan Menderes’le Fuat Köprülü o zamanki Vatan Gazetesi’nde çok ağır yazılar yazdılar. Bu yazıların üzerine yanlarında Refik Koraltan’da var. Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’yü Cumhuriyet Halk Partisi’nden ihraç ettiler. Bunun üzerine Celal Bayar önce milletvekilliğinden sonra da Cumhuriyet Halk Partisi’nden istifa etti.
Ve işte bu hava içerisinde 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. Bu parti kurulduktan sonra ilk seçimde ki zaten kuruluşundan 4-5 ay sonra seçim yapıldı. DP, bu ilk seçimde 62 milletvekili çıkardı. Gerisini tabiî Cumhuriyet Halk Partisi aldı.
ARSLANKÖY VE SENİRKENT HADİSESİ DEMOKRAT PARTİ FELSEFESİDİR
O seçimde uygulanan seçim sistemi nasıldı?
O zaman seçim kanununa göre oylar açık verilir, tasnif yani sayım gizli yapılırdı. Bu durum karşısında Türkiye’de iki hadise oldu. Birisi Arslanköy, birisi de Senirkent. Bunun birisi Mersin’e bağlı birisi de Isparta’ya bağlı. Bu iki köyün ahalisi sandığı aldılar açıkça oy vermelerine rağmen jandarmaya teslim etmediler. “Sandıkları gözümüzün önünde bizim olduğumuz mekânda sayacaksınız” dediler. .
Bu kabul edilmeyince köylüler sandıkları vermediler. Bunun üzerine o dönem Isparta’da ağır ceza mahkemesi olmadığından Konya’ya ağır ceza mahkemesine sevk edildiler. Ne kadar köylü varsa, çoluk, çocuk, yaşlı, ihtiyar, kadın, kız yayan Konya Ağır Ceza Mahkemesi’ne götürüldüler ve yolda giderken de bunlara çok eziyet ettiler. Affedersiniz eşekle gidiyorlardı. Yolda bu hayvanların gübrelerini bunların ağzına soktular. Çok eziyet ettiler.
Ve o günkü hadise Arslanköy ve Senirkent hadisesi Demokrat Parti felsefesinin vatandaş tarafından nasıl bir iştiyakla nasıl bir arzuyla kabul edildiğinin çok açık bir göstergesidir. Bu arada parti Meclis’e girdi ve ilk sıkıntı 1947 yılı bütçesinde oldu. 1947 yılı bütçesi görüşülürken, sözcü rahmetli Menderes’ti. Rahmetli Menderes çok ağır bir konuşma yaptı ve bunun üzerine Başbakan Recep Peker kürsüye çıktı ve Menderes’e “Sen bir psikopatsın” dedi. Bunun üzerinde Meclis karıştı ve Demokrat Parti Meclis’i terk etti ve DP Meclis’ten çekilme kararı verdi. Sine-i millete dönme tabiri işte o zaman meydana çıktı ve sine-i millete dönme kararı alındı. İsmet İnönü harekete geçti ve Celal Bayar’la görüşerek Bayar’ı ikna etti. O arada Demokrat Parti’nin büyük kongresi toplandı.
DP’NİN KURULUŞ FELSEFESİ HÜRRİYETLERDİR
Bütün bunlar olurken “hürriyet misakı kararı” alındı. Bu karar nedir? DP için bir dönüm noktası mıdır?
Demokrat Parti büyük kongre kararı almasından sonra ‘Hürriyet Misakı’ diye bir karar alındı. Bu kararın içerisinde Demokrat Parti’nin kuruluş felsefesinde öngörülen hürriyetin, insan haklarının, vatandaşın haysiyetinin kanun altına alınması ve devletin garantisi altında olması ve bununla ilgili kanunların çıkarılması vardı. Ve bu arada gürültüler patırtılar başladı ve büyük bir Meclis mücadelesi başlarken İsmet Paşa yine devreye girdi ve Celal Bayar’ı dâvet etti. Celal Bayar’la konuştuktan sonra 12 Temmuz 1948 Beyannamesi neşredildi. Bu beyannameye göre Hürriyeti Misakı kararlarının ilk seçimde dikkate alınacağını ve ilk seçimlerin bu şartlar altında yapılacağı ortaya konuldu. Bunun üzerine buzlar çözüldü ve Meclis’te sükûnet hâkim oldu.
Ama bu sefer Demokrat Parti içerisinde sorunlar vukuu buldu. O zaman Osman Bölükbaşı ve Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı avukat Kenan Öner, eski hariciye nazırlarından Yusuf Kemal Tengirşek, Hikmet Bayur ve Fevzi Çakmak, “Bu durum bir muvazaadır. İki parti artık particilik oynuyor, bunlar birbirlerinin ensesinde olmayan, ama birbirlerinin yanında kardeş olan parti oldu” dediler. Ve partiden istifa ederek Millet Partisi’ni kurdular.
Bu durumların neticesinde seçimlere yaklaşırken seçimlerden üç beş ay önce yeni bir Seçim Kanunu kabul edildi. Bu yeni seçim kanununa göre, Yüksek Seçim Kurulu teşekkül ettirildi. Bu Yüksek Seçim Kurulu üyeleri Yargıtay ve Danıştay üyeleriydi ve aynı zamanda gizli oy açık sayım açık tasnif esası kabul edildi. Ve 14 Mayıs seçimlerine bu şekilde gidildi.
14 Mayıs 1950’de, vatandaş yüzde 53’e yakın bir oyla Demokrat Parti’yi iktidara getirdi. Bu Seçim Kanunu görüşülürken Demokrat Parti “nisbî temsili” savundu. Ama bunu Cumhuriyet Halk Partisi kabul etmedi. Ekseriyet sistemi ise bir bölgede bir oy fazla alındığı takdirde oradaki milletvekillerini o parti çıkarıyor. Cumhuriyet Halk Partisi bu nisbi temsili kabul etmedi ve kendi tuzağına düştü. Ekseriyet olduğu için arada uzun boylu bir fark yoktu ve buna rağmen DP’nin karşısında CHP o zaman 64 milletvekili çıkardı. Gerisini tamamen DP aldı.
DEMOKRATİK SEÇİMLE GELEN İLK BAŞBAKAN MENDERES
Seçim olduktan sonra neler yaşandı? Ülke de durum nasıldı?
Seçim sonuçlarına göre Demokrat Parti’nin başkanlığı altında hükümetin kurulması kesinleşti. Bunun üzerine rahmetli Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıktı. “Fuat Köprülü’nün başbakan olması hepimizin arzusudur. Bilge kişi, âlim kişi Fuat Köprülü’dür. Onun başbakan olmasını arzu ediyoruz” dedi.
Celal Bayar, Menderes’i dinledikten sonra “Benim başbakanım sensin” dedi. Böylece Adnan Menderes cumhuriyet tarihinin ilk demokratik seçimle gelen başbakanı oldu.
O günlerde Türkiye’nin durumu sıkıntılıydı. Türkiye yeni bir harpten çıkmıştı. O tarihlerde Avusturya’da üniversite talebesiydim. Oradaki demokratik hareketleri de görüyordum, yaz aylarında Türkiye’ye geliyordum. Oradaki durumla buradaki durumu mukayese ediyordum.
Türkiye’nin o günkü şartlarında 1950’lerin başlarında durumu sıkıntılıydı. Asfalt yol yok, hava yolları yok. Ben Viyana’ya okumaya gidiyorum. Viyana’yla Türkiye’nin arasında uçak seferleri yok. Trenle de gitmek dövizle oluyordu. Vapurla İstanbul’dan İtalya’nın Napoli şehrine giderdik. Napoli’den trene biner Avusturya’ya giderdik. Türkiye harbe girmedi, ama harbe girmiş kadar o zamanın şartları içerisinde çok büyük bir ordu besledik. Bütün memleketin geliri orduya gitti. Silâha gitti, ordunun beslenmesine gitti.
O günleri ben hatırlıyorum. Şeker bulamazdık, çayımızı pekmezle içerdik. Tabiî 1947-48’li yıllardan 50’li yıllara gelene kadar ekmek karnesi vardı. Hâlâ o ekmek karnelerini muhafaza eden arkadaşlarımız var. Biz Anadolu’da ekmek karnesinin sıkıntılarını çekmedik. Çünkü Anadolu’da yufka ekmek yapılır, üç aydan üç aya mahallenin hanımları toplanır, “keşik” denen yufka ekmeği yardımlaşma ile yaparlardı. Bu ekmekler üç-dört ay ıslatılarak yumuşatır ve yenilirdi. Şimdi biz böyle alıştığımız için, sıkıntı çekmezdik.
(Devam edecek...) Röportaj: Mehmet Kara / mkara@yeniasya.com.tr - Melih Tekin / melihtekin@yeniasya.com.tr

Demokrasi bayramı Her milletin ve ülkenin kaderinde dönüm noktası olan günler vardır. 14 Mayıs 1950, Türkiye'de yaşayan insanlar açısından böyledir; bugün demokrasinin doğum tarihidir.

Demokrasi bayramı
Her milletin ve ülkenin kaderinde dönüm noktası olan günler vardır. 14 Mayıs 1950, Türkiye'de yaşayan insanlar açısından böyledir; bugün demokrasinin doğum tarihidir.
Demokrasi bayramı
4 Mayıs 1950 öncesinde, Türkiye'de, otoriter bir tek parti yönetimi mevcuttur. Bunun anlamı, ülkede, ifade, teşkilatlanma ve teşebbüs gibi temel hürriyetlerin bulunmamasıdır. Bu dönemin Cumhuriyet Halk Partisi, demokratik sistemdeki parti anlamında bir parti olmaktan çok uzaktır. CHP, farklılıkları yok ederek "imtiyazsız, sınıfsız bir kitle" yaratmaya çalışan ve milli şef tarafından yönetilen bir tek partidir.
Tek parti yönetimi döneminde iktisadî gelişme oldukça sınırlıdır. Şehirleşme yüzde18 civarında sabitlenmiştir. 14 Mayıs'ta DP'nin iktidara gelişiyle iktisadi dinamikler harekete geçecek sanayileşme ve şehirleşmede sıçramalar yaşanacaktır. Ankara'daki bürokratlar ve onların taşradaki uzantıları ile onların devlet imkanlarıyla zenginleştirdiği müttefikleri, fakir bir toplumda, debdebeli bir saltanat hayatı sürdürmektedirler... Halkın en temel kaygısı ise karnını doyurmaktır. Kırsal kesimde hayat şartları daha da ağırdır. Mahmut Makal'ın Ocak 1950'de yayımlanan romanı Bizim Köy, milletin efendisi olduğu ilan edilen köylünün nasıl bir açlık ve sefalet içinde yaşamaya çalıştığını anlatmaktadır: "9 Ekim Cumartesi. Birinci dersten sonra çocuklara sırayla sordum. Bu sabah 21 kişi hiçbir şey yemeden aç gelmiş. 10 kişi yavan ekmek dürünüp yemiş. 11 Ekim öğleden sonra: 31 kişi hep karpuz şalağı ile ekmek yemiş.( Cacık: Yabani ot)."
TEK PARTİ DÖNEMİNDE TÜRKİYE
Açlıkla salgın hastalıkların Anadolu'yu kasıp kavurması, hayatı iyice çekilmez hâle getirmektedir. Her yıl on binlerce insan verem, sıtma, tifo, trahom gibi hastalıklara kurban gitmektedir. Hatta mesela Konya'nın Çumra ilçesinde olduğu gibi, bütün ilçe sıtma olduğundan CHP'nin ilçe kongresi bile yapılamamaktadır.
Anadolu içten içe kaynamaktadır. Siyasî ve iktisadî sistemin olduğu gibi muhafaza edilmesi imkânsızdır. Halk değişiklik istemektedir. Halk ekmek, aş ve bunlar için de hürriyet istemekte CHP'nin gazetesi Ulus'un 19 Ağustos 1945 tarihli nüshasında, Türkiye'nin demokrasiye geçmesi istikametinde Demokratik Batı ülkelerindeki beyanlardan duyulan rahatsızlık dile getiriliyordu. İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle beliren bu eğilim, CHP'nin içindeki müfritleri rahatsız etmekteydi. Hatta bu çevreler, yeni partilerin ancak CHP'nin bir türevi olabileceğini düşünüyorlardı. Ulus'ta bu rahatsızlık şöyle dile getiriliyor: "Demokrasinin bütün gereklerini yerine getirmeliymişiz. Çünkü zafer tek partili rejimlere karşı demokrasiler tarafından kazanılmış imiş. Peki ama, Rusya kaç partili bir demokrasi idi? Büyük Millet Meclisi rejimi kalacaktır. Türk demokrasisi onun disiplini ve kanunları içinde gelişecektir. İkinci, üçüncü, dördüncü parti, hepsi yalnız bu amacı güttükleri zaman ve ancak bu amacı güttükleri zaman ve ancak bu amacı güttükleri kadar itibar bulacaklardır. Sözün kısası bu!"
Bu bakımdan 1946'dan sonra kendiliğinden ve sadece İnönü'nün isteğiyle demokrasiye geçildiğini zannetmek yanlış bir düşünce olacaktır. İsmet İnönü, halktan yükselen bu tepkiler karşısında, adeta vadelerinin dolduğunu anlamış ve geçiş sürecinin demokratik bir şekilde olmasını temin etmeye yönelmiştir. Bütün bunlara bir de uluslararası sistemdeki değişme ve gelişmeler eklenince tek parti rejiminin eninde sonunda devrileceği bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Rejim değişmelidir. Ama hangi istikamette? Türkiye'nin önünde iki yol vardır: İlki, totaliter sosyalist bloğun bir parçası olmaya yönelmek; ikincisi, demokratik batının bir parçası olmaya yönelmektir.
Hem iktidarın hem de 1946'dan itibaren ortaya çıkan muhalefetin Batı bloğunda yer almayı istemesiyle, Türkiye'nin nereye yöneleceği anlaşılır. İstikamet Batı'dır. Böylece rejimin de demokrasi yönünde değişeceği anlaşılmıştır.
Türkiye'nin tek parti diktatörlüğünden çıkıp demokrasiye geçmesi, her şeyden önce, "milli şef" adıyla anılan kişinin, iktidar makamından gönüllü olarak vazgeçmesine bağlıdır. Elbette İnönü'nün korkuları vardır. Etrafındaki bazılarının korkuları daha da derindir. İnönü'nün çok partili hayata geçme arzusu, CHF içinde çalkantılara yol açar ve parti, Islahatçılar ve Müfritler olarak ikiye bölünür. Müfritler, İnönü'yü kararından vazgeçmesi ve tek parti diktatörlüğünü sürdürmesi için zorlarlar. Ancak, diğer taraftan, hem muhalefet hem de sivil toplum şekillenmekte ve kuvvetlenmektedir. Tek parti yönetiminin sürdürülmesine imkan yoktur. Ve İnönü bunun farkındadır.
SEÇİM SONUÇLARI: 
BEYAZ İHTİLAL
Bir taraftan demokrasiye geçişin alt yapısı hazırlanırken, diğer taraftan siyasî tartışmalar iyice ateşlenir. Demokrasinin alt yapısını hazırlamada en önemli adımlardan biri yeni bir seçim kanunu çıkarılmasıdır. 1946 seçimleri, demokratik bir seçim olacağı iddiasıyla yapılmış, ama açık oy gizli sayım ve sayılan oyların derhal imhasıyla bir skandala dönüşmüştür. Aynı seçim yolsuzluklarının tekrarlanması Türkiye'yi vahim badirelerin ve iç çatışmanın içine atacaktır. Bu yüzden Hür Fikirler Cemiyeti'nde teşkilatlanan liberallerin ve muhalefetin de katkısıyla yargı denetiminde seçimi öngören bir seçim kanunu çıkarılır. Seçim eşit, genel oy ilkesine uygun olarak ve basit çoğunluk sistemiyle yapılacaktır. Artık Türkiye tarihi bir olaya gebedir: "Yeter Söz Milletindir!" şiarıyla 14 Mayıs'a, yani, seçim sandığına yürünmektedir...
CHP tepetaklak oldu; Demokrat Parti bütün yurtta seçimleri kazandı. Bu rahmetli Refik Koraltan'ın o günlerde söylediği gibi 'Tam bir beyaz ihtilaldir'di. İhtilalciler beyaz elbiselerine hiçbir leke sıçratmadan sandıkların içinden çıkmış Ankara sokaklarını doldurmuştu. Herkes birbirini öpüyor, kucaklıyor, tebrik ediyordu. Bütün yurtta şenlikler başlamıştı.
Halk Partisinin içinden bir grup ise, 14 Mayıs seçim sonuçları üzerine, tarihçi Toynbee'nin demokrasinin bir protestan-hıristiyan rejimi olduğu, Müslümanların demokrasiyi başaramayacakları iddiasını aktararak İnönü'den eski rejime dönmesini istemişler; ancak İnönü, bu görüşü taassup olarak nitelendirerek Türk milletinin demokrasiyi mutlaka başaracağında ısrar etmiştir. Bu şekilde Türkiye 14 Mayıs 1950'de demokratik bir siyasi iktidar değişimi başarmıştır. Bu tarihi günün AK Parti başta olmak üzere demokrat çevreler tarafından layıkıyla anlaşılıp hatırlanmaması, siyasetteki hafıza kaybının vahametini ortaya koyuyor. (Yeni Şafak | Murat Yılmaz | 14 Mayıs 2008, 0:00)

* Dr., Siyaset Bilimci (muratyilmaz67@yahoo.com)

14 Mayıs 1950: Beyaz İhtilal ve Demokrasi Bayramı

14 Mayıs 1950: (Milli İradenin Zaferi) Beyaz İhtilal ve Demokrasi Bayramı

14 Mayıs 1950: Beyaz İhtilal ve Demokrasi Bayramı


14 Mayıs 2012, Pazartesi
II. Dünya Savaşı, savaşa girmemiş Türkiye'yi savaşa katılmış gibi derinden etkiledi.
Ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda pek çok sorunlar çıktı. Bunun üstüne uluslararası gelişmelerin de etkisiyle Türkiye çok partili hayata geçiş hazırlığına başladı. 1946 seçimlerinin (Açık oy-Gizli tasnif yöntemiyle birlikte pek çok suiistimaller olmuştu) siyasetimizde kara bir leke gibi durması, gözleri 14 Mayıs 1950 seçimlerine çevirdi. VIII. Dönem Meclisi, çalışmalarını 24 Mart 1950'de tamamlarken genel seçimlerin 14 Mayıs 1950'de yapılmasına karar vererek, CHP ile DP arasındaki siyasi yarışı başlattı. CHP ile DP arasında (yer yer bürokratik hazımsızlıktan kaynaklanan sıkıntılar olsa da) sağduyulu bir seçim süreci yaşandı. 14 Mayıs'ta herhangi bir seçim ihlali yaşanmadı.
Oy verme saati sona erdiğinde CHP ve DP'de büyük bir merak ve endişe hâkimdi. Öncelikle yakın bölgelerin ve köylerin sonuçları gelmeye başladı. Seçim bürolarına ulaşan ilk sonuçlara göre CHP, az farkla da olsa önde görünüyordu. Lakin gece yarısına doğru gayri resmi sonuçlar açıklanmaya başladığında gerçek anlaşıldı. DP, büyük bir zafer kazanmıştı. En iyimser tahminlerde bile kimse DP'nin bu kadar büyük başarı kazanacağını beklemiyordu. Ankara'da büyük bir siyasi deprem yaşandı.
Seçim sonuçlarının belirmesiyle birlikte asker arasında bazı güçler, durumdan vazife çıkararak harekete geçtiler. 14 Mayıs gece yarısı I. Ordu komutanı Çankaya'ya çıkarak "seçimlere hile karıştırıldığı" iddiasına sığınarak DP iktidarını engellemeyi teklif eder, fakat Cumhurbaşkanı İnönü, askerin bu önerisine sıcak bakmaz. Haber DP'li yöneticilerin de kulağına gider ve on yıl sürecek bir endişe ortaya çıktı. Siyasetimizde asker faktörü ilk kez bu kadar önemli oluyor, ilk kez bu şekilde kendisini gösteriyordu.
CHP, 1946 yılında çok partili hayata geçmiş fakat tek parti yönetimine ait hukuki hazırlıkları ve kurumsal düzenlemeleri yapmamıştı. Bir anlamda CHP, 14 Mayıs seçimlerinden sonra da iktidarını sürdüreceğini düşündüğünden muhalefetin varlığına yönelik hiçbir çaba göstermemişti. 22 Mayıs'ta muhalefete düşen CHP, hazırlıksız ve oldukça şaşkın bir durumdaydı. Ayrıca CHP'nin hazırlattığı seçim kanunu marifetiyle % 53 oy alan DP, Meclis'in % 84'üne, CHP % 39 oy oranı ile Meclis'in % 14'üne sahip olması, ülkede yeni bir tek parti idaresi oluşturmaya son derece müsait bir zemin oluşturdu. Bir anlamda bu kadar güçlü bir iktidar CHP tarafından kendisi için düşünülmüştü, fakat 14 Mayıs hesapları bozdu.
14 MAYIS BİR ZİHNİYET DEVRİMİDİR
14 Mayıs seçim sonuçları neticesinde halkta büyük bir ümit ve iyimserlik, DP ve taraftarlarında coşkun bir sevinç vardı. Bazı CHP'li idareciler, DP yönetiminin sağduyulu tavrına rağmen, DP taraftarlarının sevinç gösterilerinden rahatsız olarak çeşitli şikâyetlerde bulunmuşlar ve DP'lilerin sevinç gösterilerini sınırlandırmalarını istemişlerdi.
CHP'lilerde, 14 Mayıs'ta bir yanlışın yapıldığı veya halkın aldatıldığı düşüncesi hâkimdi. İlk seçimlerde (3 Eylül 1950 yerel seçimler) yanlışlık düzeltilecek ve erken genel seçimlerle CHP iktidarı geri alacağı beklentisi içerisindeydi. CHP'li H.Cahit Yalçın'a göre; "14 Mayıs'ta başlayan şey demokrasi değil, hayal sukutudur. Gün geçtikçe bu hayal sukutu genişliyor ve derinleşiyor. Daha şimdiden efkâr-ı umumiyede pişmanlık el ile tutulur hale gelmiştir." Oysa 3 Eylül yerel seçim sonuçları da 14 Mayıs sonuçlarını tasdik eder nitelikte çıkacaktı.
DP'nin bu kadar büyük bir zafer kazanmasının birçok sebebi vardı. Bu durumun ortaya çıkmasında; CHP'nin uzun süredir ülkeyi tek başına yönetmesinden kaynaklanan iktidar yorgunluğu, DP'nin daha evvelki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası örneklerinden aldığı dersler ile halkın nabzını iyi tutarak izlenen akıllı bir seçim stratejisi sayılabilir. Dönemin üst düzey bazı CHP'li idarecilerinin, bu durumu konjonktürel gelişmelerle açıklayarak DP'nin çabasını ve başarısını görmezlikten gelme çabası içerisine girmeleri doğru değildir.
İktidarın demokratik şekilde değişmesi DP kurucusu Refik Koraltan'a göre "tam bir beyaz ihtilal"di. Halide Edip Adıvar da 14 Mayıs seçim sonuçlarından oldukça etkilenmiş, 14 Mayıs'ın "Demokrasi Bayramı" olarak kutlanmasını istemişti. 14 Mayıs için; "Beyaz", "Kansız İhtilal" veya "Demokra­si Bayramı" gibi tanımlamalar da yapılmaktadır. Menderes de 14 Mayıs'ın son derece önemli bir gün olduğunu düşünerek, "Bir devre son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihi bir gün olarak daima anılacaktır." demektedir.
DP'lilerin tarifini ve tanımını yapmakta zorlandıkları 14 Mayıs hakkında, CHP'li kalemler önceleri sessizliği tercih ederler. 14 Mayıs hakkındaki övgü dolu ifadelerden rahatsız olan Hüseyin Cahit Yalçın, "Hakikat şudur ki ortada cidden beyaz, pembe hiçbir ihtilal yoktur" diye yazdı. 14 Mayıs'ın yabancı basında değer görmesi, ülkede ilgi görmesi üzerine Hüseyin Cahit Yalçın zamanın da etkisiyle daha sağduyulu bir yaklaşımla, "14 Mayıs bizleri birbirimizden ayıracak bir gün değil, bilakis bizleri aynı idealin, aynı imanlı mücahitleri halinde birleştirecek mesut bir gündür." dedi.
14 Mayıs 1950 seçimlerinin özellikle sonuçları ve siyaset üzerindeki etkileri düşünülürse son derece önemli bir değişim ve dönüşüm noktası olduğu bir gerçektir. Yalnız Menderes'in iddia ettiği gibi "inkılâp" olduğu tartışılabilir. Zira seçimler neticesinde sistem ya da rejim değişikliği meydana gelmediği gibi, 22 Mayıs'ta iktidarı devralan isimler ortalama en az 15 yıldır siyasetin içerisinde yer alan ve CHP'de çeşitli sorumluluklar üstlenmiş kişilerdi.
14 Mayıs, bir zihniyet devrimidir. Aslında inkılâbı merkezde değil, taşrada aramak gerekir. DP ile siyasete giren yeni insanlar ve taşralı orta sınıf, yerel ve ulusal yönetime talip olmuş ve Ankara siyasetine yeni bir soluk, yeni bir heyecan getirmiştir. (CHP'liler ve CHP'ye yakın kalemler bu insanları "çarıklılar", "Hasolar, Memolar" diyerek küçümsemişlerdi.)
14 Mayıs'la birlikte; halkın önemsendiği, değerlerinin göz önüne alındığı ve halk eksenli yeni bir anlayış doğdu. Öyle ki cumhurbaşkanının Çankaya'dan inerek halkın arasına karışması, halka kulak vererek isteklerini dinlemesi oldukça önemliydi. Halk yeni dönemi ve yeni dönemle birlikte değişimin, dönüşümün sembolü olarak DP'yi gördü ve sevdi. DP ve Genel Başkanı Adnan Menderes, halkla çok iyi bütünleşti. Menderes, Ankara siyasetinden ve CHP muhalefetinden bunaldığı her an kendisini kalabalıkların ortasına attı. Halk Menderes'i bağrına bastı ve DP'yi son ana kadar destekledi.
15 Mayıs'ta kimse ne yapacağını bilmiyordu. İktidar için teşekkül ettirilmiş CHP, tek parti devrine göre yetiştirilmiş basın, CHP'nin birer organı haline gelmiş bürokrasi ve devlet ile İnönü'yü özdeş gören askeriye. Türkiye, böyle bir değişime ne kadar hazırdı? CHP'liler de bu durumun farkında ve aşırı bir özgüvenle, DP'nin ülkeyi altı ay bile yönetemeyeceğini düşünüyorlardı.
CHP, çok partili hayata uyumda zorluk çekti. Emekli diplomatlar, paşalar ve yargı mensuplarıyla olan iletişimi devam etti. CHP, bürokrasiyle olan bağını kuvvetlendirerek sürdürdü. 1950 seçimlerinde yaşanılan mağlubiyet 1954 seçimlerinde hezimete dönüştü. Genel Başkan İnönü, bir yanda iktidara karşı diğer yanda partisi içerisinde büyük mücadele verdi. Zira 1954 seçimlerinde CHP'nin yaşadığı mağlubiyet, CHP'lileri büyük hayal kırıklığına uğratmanın ötesinde ümitsizliğe düşürdü. Öyle ki birçok CHP mensubu, partinin kapatılarak siyasetten çekilmesini bile teklif etmeye başladı.
DEMOKRAT PARTİNİN SEÇİLMESİ 27 MAYIS'I TETİKLEDİ Mİ?
14 Mayıs ne kadar önemliyse siyasi tarihimizde, 27 Mayıs da o kadar önemlidir. Öncelikle sonuçları itibarıyla birbirinin zıddı olan bu günler sebep-sonuç itibarıyla da birbirlerine bağlıdırlar. 27 Mayıs'ın sebeplerinin oluşmaya başladığı gün 14 Mayıs seçim gecesi askerin durumdan vazife çıkarmasıdır, 29 Mayıs 1950 Menderes'in ilk hükümet programını Meclis'te okumasıdır. CHP uzantısı bürokrasinin tasfiye edilmesidir.
DP iktidarıyla birlikte sosyal ve siyasal yapıda meydana gelen gelişmeler, güç dengelerinde meydana gelen gelişmeler, basının-muhalefetin tek parti dönemini unutarak adeta yeni bir sayfayla yeni bir dönemin başladığını düşünerek hükümete karşı amansız eleştirileri siyasi huzursuzluklara sebep oldu. DP iktidarının özellikle 1954 seçimleri sonrasında gerek şiddet eğimli politikaları, DP içerisindeki bölünmeye ve ülkedeki kutuplaşmanın derinleşmesine yol açtı. Bu durum, gerginliğin tırmanmasına ve siyasi huzursuzlukların krize dönüşmesine sebep oldu.
İsmet İnönü gibi Milli Mücadele'de en önde yer almış, Lozan'da bulunmuş, yıllarca başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış bir liderin ülke üzerindeki etkisiyle, DP iktidarı kendisini hiçbir zaman güvende hissetmemişti. Bu durumu, 6 Haziran 1950'de bir albayın ihbarıyla bir anda ordu üst düzey komuta kadrosu emekli edilirken veya 9 subay hadisesinde veya 21 Mayıs 1960 Harbiye yürüyüşünde görmek mümkündür. Menderes, bilinçaltında İnönü ve asker fobisini hissetse de Mehmetçiğin kendisine silah çevirebilmesine hiçbir zaman ihtimal vermedi.
27 Mayıs'a gidilirken DP'nin pek çok hataları vardır. Bu yanlışlar Yassıada mahkemesinde detaylı bir şekilde araştırılmış ve yargılamalar yapılmıştır. Bedeli her ne pahasına olursa olsun ödenmişti. Peki, bu süreç içerisinde CHP nerede? Tahkikat Komisyonu'na CHP'nin bu kadar tepki göstermesi normal midir? DP'nin karşısında basının-bürokrasinin-üniversitenin ve ordunun ittifak ederek mücadele etmesi 27 Mayıs'ın neresindedir?
27 Mayıs'la birlikte on yıllık DP dönemi sona erdi. Lakin siyasetimizdeki huzursuzluklar bitmedi. Ülke, askerî müdahaleler, cuntalar, idamlar, muhtıralar ve iç savaş ihtimaliyle karşı karşıya geldi. Süreç her on yılda bir askerin siyaset üzerine çökerek vesayet rejimini alışkanlık haline getiren yeni bir gelenek başlattı.
Günümüzde pek çok insanın alkış tuttuğu 1961 Anayasası, bu şartlar altında hazırlandı. DP'liler ve DP'ye gönül veren geniş halk kitlelerinin temsil edilmediği bir komisyon tarafından hazırlanan 1961 Anayasası'nın, demokratik ve özgürlük yönü de tartışılabilir. Bürokrasi bünyesinde yapılan tasfiye ile devlete sahip olanlar kendi iktidarlarını baki kılacak adımlarla ülkenin demokratik zeminini kaydırmışlar ve bugüne kadar devam eden siyasi ve hukuki sorunların temelini oluşturmuşlardır.
14 Mayıs'ın açtığı yeni anlayış yani "Beyaz İhtilal" 27 Mayıs ihtilaline kadar önemini korudu. 27 Mayıs ile birlikte siyasette yeni bir dönem ve yeni bir bayram; Hürriyet ve Anayasa Bayramı kutlanmaya başladı. 27 Mayısçıların bayramı da bir başka askerî müdahale ile 12 Eylül 1980 darbesiyle son buldu.
*Yrd. Doç. Dr., Siirt Üniversitesi Öğretim Üyesi, "Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes" kitabının yazarı

2 Mayıs 2015 Cumartesi

TRAJİK BİR HİKAYE "Menderes’le ilk karşılaşma ve Londra’daki uçak kazası" Av Ertuğrul MAT

TRAJİK BİR HİKÂYE

14. Dönem Bursa Milletvekili
Av. Ertuğrul MAT
Menderes’le ilk karşılaşma ve Londra’daki uçak kazası
Ertuğrul MAT
17 Şubat 1959 tarihinde Londra’da Kıbrıs konusunda nihai anlaşma imzalanacaktı. İstanbul’a gelen Yavuz ve Erol’la İstanbul Vilayeti’ ne gittik. Menderes oradaydı. Yanında İstanbul Valisi Ethem Yetkiner ve İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün vardı.
Özel Kalem Müdürü Muzaffer Ersü’ yü görüp, Başbakan’la görüşmek istediğimizi söyledik. Ersü Ankara’dan Yavuz’u tanıyordu. Menderes’in yanına girdi ve “Gençler size hayırlı yolculuklar dilemek istiyorlar” diye arz edip, biraz sonra üçümüzü Menderes’in yanına götürdü.
Ben ve Erol, Menderes’le ilk defa karşılaşıyorduk.
Çok heyecanlıydık.
Menderes bizi ayakta karşılamış,, ellerimizi sıkıp yer göstermiş, hatta masanın kenarından iskemle çekip oturmamıza yardım etmişti. Nezaketi, bizi adeta büyülemişti..
Yavuz İstanbul’a gelmeden Ankara’da bir basın toplantısı yapmış ve üniversite gençliğinin hükümetin başarısını alkışladığını söylemişti. Bunu bilen Menderes, bize gençlere iltifat edip, çay ikram etmişti.
Yavuz, bu sırada daha önceden planlamadığımız bir şey yaptı. Büyük bir rahatlıkla, “Beyefendi, yarın bizi de Londra’ya götürseniz, dosta düşmana üniversite gençliğinin size desteğini gösterseniz olmaz mı?” demiş, bu talep Menderes’in de hoşuna gitmişti..
Melih Esenbel’in hayatımızdaki rolü ve Londra’daki uçak kazası
Menderes, zile basmış ve içeriye giren Muzaffer Ersü’ye, “Melih Bey’e söyleyiniz gençler de bizimle Londra’ya gelecek, gereğini yapsın” demişti..
O zamanlar Avrupa’ya gitmek, gençler için bir hayaldi. Belli etmemeye çalışıyorduk, ama sevinçten havaya uçacak gibiydik. Avrupa’ya gitmek, hem de Menderes’le. Bu hayallerin bile ötesindeydi. Biraz sonra, içeriye uzunca boylu, gözlüklü şık giyimli bir bey girdi. Gelen Hariciye Vekâleti Genel Sekreteri Melih Esenbel’di.
“Beyefendi, gençleri de götürmemiz konusunda emir buyurmuşsunuz. Heyette bulunanların listesi bütün taraflara tebliğ edildi. Bu ilaveler, bazı tereddütlere sebebiyet verebilir. Müsaade buyurursanız, bir ay sonra bir harp gemisiyle İspanya’ya gideceğiz, gençleri o zaman götürelim” dedi.
Günün şartlarına göre, makul bir itirazdı ve Londra hayalimiz İspanya hayaline dönüşmüştü.
Menderes’in yanından ayrıldık, Vilayet binasından Cağaloğlu’na çıkışın hemen solundaki ilk binanın altındaki Fettah’ın esnaf lokantasına oturduk. Tabii, konu Melih Esenbel’di ve doğrusunu isterseniz, kendisinden pek saygılı bir üslupla bahsetmiyorduk.. Ertesi sabah, Özdemir Evliyazade ile birlikte Yeşilköy Hava Meydanı’na gidip Menderes’i uğurladık. Sonra, öğle yemeğini yiyip, Erolların evine gittik.
Eve gelip radyoyu açtığımızda, haberlerden, Menderes’in uçağının Londra Havaalanı’na iniş yaparken sis yüzünden düştüğünü, 35 kişilik heyetten 15 kişinin öldüğünü öğrendik. Ölenler arasında, Devlet Bakanı Server Somuncuoğlu, Eskişehir Milletvekili Kemal Zeytinoğlu, Sakarya Milletvekili Rıfat Kadıoğlu, meşhur gazeteci Nimet Arzık’ ın eşi ve Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şerif Arzık , Menderes’in Özel Kalem Müdürü Muzaffer Ersü ve Türk Hava Yolları Genel Müdürü Abdullah Parla da vardı.
Menderes kazayı ufak tefek sıyrıklarla atlatmıştı: Çanakkale Milletvekili Emin Kalafat da sağ kurtulmuştu ama vücudunda kırılmamış kemik kalmamıştı. Menderes bir ağacın altına oturmuştu. O civarda bulunan “Newgate-Chaffold çiftliği” çalışanlarından Bailey koşup kaza mahalline gelmişti. Ayağa kalkan Menderes’in kendisine “I am the prime minister of Turkey” (Ben Türkiye Başvekiliyim) demesi ertesi günkü bütün dünya gazetelerinde yer almıştı.
Erol’un evinde radyodan bu haberi duyunca şoka girdik. Erol günlerce,bu şoku atlatmak için, sakinleştirici ilaç alacaktı.. “Bizi de götürseydi, mutlaka önde oturacak ve ölecektik.” Diye tekrarlayıp duruyor ve ”O gün Melih Esenbel için neler söylemiştik. Artık, Melih Bey’i manevi pederimizdir.” Diye ilave ediyordu..
Londra’daki uçak kazasından 18 yıl sonra Washington Büyükelçisi Melih Esenbel tatilini geçirmek ve istişarelerde bulunmak için Ankara’ya gelince, Ereğli Demir Çelik yönetim kurulu, Amerikan bankalarından büyük bir kredi almalarına yardımcı olan Melih Bey şerefine büyük bir kokteyl tertip etmişti.
Ben de, milletvekili seçilmiş,1966/1968 yılları arasında Erdemir’de murakıplık yaptığım için, ben de kokteyle davet edilmiştim… Kokteylde, sohbet imkânı bulduğumuz zaman, Melih Bey’e Londra uçak kazasından bir gün evvel İstanbul Vilayeti’nde yaşanan olayı hatırlatınca, ikimizin de gözleri buğulanmıştı..
Menderes uçak kazasından sonra, 22 Şubat 1959 da Türkiye’ye dönmüş, yer yerinden oynamıştı. Sanki bütün Türkiye İstanbul’a gelip, şimdi E-5 denilen yolun iki tarafını Topkapı’dan Yeşilköy Hava Meydanı’na kadar doldurmuştu. Erol, Yavuz ve Eyüp’le birlikte Yeşilköy’e koşmuş; ama kalabalıktan apron’a girememiştik.
Ertesi gün İstanbul Kulüp’te Özdemir Evliyazade, “Biliyor musunuz, dayım beni Yeşilköy’de görür görmez, ‘İyi ki çocukları götürmemişiz, ölümlerine sebep olacaktık’ dedi. ‘Nerelerde?’ diye sizi sorunca ‘Buradaydılar, ama kalabalığı yarıp size ulaşamadılar’ cevabını verdim” demişti..
Bu Özdemir Evliyazade,27 Mayıs ihtilalinden sonra, kendisini kurtarmak için, Yassıada’da dayısı aleyhine şahitlik yapmış, içimizi kanatmıştı. .Bunu duyunca, beraber çektirdiğimiz resimleri yırtmış, O’nu da ,hayatımızdan çıkarıp atmıştık..
Bir daha hiçbir araya gelmedik.
Kazadan sonra, Emin Kalafatoğlu aylarca Londra’da tedavi görmüş, hemen hemen vücudundaki bütün kırık kemikler platin çubuklarla birleştirilmişti. Uçak kazasından kurtulan Emin bey, Yassıada’da idama mahkûm olmaktan kurtulamamıştı..
İntihara teşebbüs eden Menderes hariç,14 idam mahkûmu, bir hücum bota bindirilmiş, hepsinin elleri arkadan kelepçelenmişti. Emin Kalafat, vücudundaki bütün kemikleri platinlerle takviye edilen bir insanın ellerinin arkasından bağlanmasının verdiği acıyla, “Bir an evvel assalar da bu acılardan kurtulsam” diye dua ederken.; Fatin Bey, Celal Bayar’ın sorusu üzerine Ortak Pazar’a dâhil olmanın faydalarını sanki bir üniversitede konferans verircesine anlatıyor; biraz ötede, hafız olan Agâh Erozan kısık bir sesle Kuran okuyordu…(Ankara, 29 Nisan 2014)