2 Temmuz 2012 Pazartesi

DP'den bu güne "Merkez Sağ"ın tarihi

DP'den Bu Güne 

Merkez Sağın Tarihi

Cumhuriyet idaresi, toplumdan, onun değerlerinden yabancılaşmış, bir siyasi projeyi tepeden topluma dayatan bir seçkinler idaresi olarak görüldü. Çokpartili hayata geçişle birlikte Demokrat Parti, toplumu fazla üzerine gitmeden modernleştirme fikrine dayalı bir siyasi temsil zemini belirledi
BAŞLARKEN
Türkiye erken seçim sürecinde 'sağ'ı ve 'sol'u yeniden tartışmaya başladı. Bu iki kavram uzun bir süredir önüne 'merkez' nitelemesi konularak telaffuz ediliyor. Siyasiler kendisini 'merkez sağ' olarak tanımlarken, koyu milliyetçilik ve dindar muhafazakârlığı temsil eden siyasi oluşumlarla arasına mesafe koymak istiyor. Peki merkez sağ ile söz konusu uç siyasi akımlar arasında ne tür örtüşme ve ayrışma alanlarından söz edilebilir? Türkiye'de merkez sağ siyaset denilince ilk akla gelen DP, AP, Anavatan ve DYP hangi süreç içinde bu güne ulaştı? Kurucu kadrolarının önemli birbölümü Milli Görüş kökenli olan Adalet ve Kalkınma Partisi, geldiği nokta ve ortaya koyduğu siyasi anlayış itibarıyla ne kadar merkez sağın içinde ya da dışında?
Erken seçim atmosferinde siyasi tartışmalar iyiden iyiye kızışmış ve politaka sahnesinin önde gelen aktörleri, soldan olsun sağdan olsun, kendini merkezde tanımlama gayretine girmişken Türkiye'de sağın tarihine bakmakta fayda var. Rejimin kurucu partisi CHP'nin içinden çıkan kadroların kurduğu Demokrat Parti, Türkiye'de sağ siyasetin de miladı kabul edilir. Demokrat Parti'nin 47 yıl aradan sonra, üstelik 'merkez sağı birleştirmek' gibi iddialı bir misyonla yeniden Türk siyasal hayatına girdiği seçim sürecinde, yakın tarihten çıkarılacak epey ders var.

Yedi yıl önce Radikal'e yazmaya başladığımda ilk yazım da merkez sağ ile ilgiliydi. 90'lı yılların sonlarına geldiğimizde Türkiye'de hararetli bir merkez sağ tartışması başlamıştı. Aslında, o da değil, merkez sağda meselesinin kafaları kurcalamaya başlaması, sağ siyaset cenahında Refah Partisi'nin, dolayısıyla İslamcılığın yükselişi ile başlar. Bunu, merkez sağın kendini, İslamcılığın uzağında bir yerde tanımlama gayreti çerçevesinde anlayabiliriz. Şimdilerde, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) dışında merkez sağda yer bulma çabası da aynı gayretin devamı değil mi?
Peki, şimdilerde merkez sağı AKP dışında bir yerde ihya etmeye gayret edenlerin iddia ettikleri gibi, merkez sağ başından beri bügün AKP'nin bulunduğu yerden çok uzakta bir yerde mi kurulmuştu?
Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), Anavatan Partisi (ANAP), Doğru Yol Partisi (DYP) çizgisi hangi süreç içinde bugüne geldi? AKP'yi bu sürecin dışında tanımlamak ne kadar doğru? Merkez sağ gelenek ile koyu milliyetçilik ve dindar muhafazakârlığı temsil eden sağ partiler arasındaki örtüşme ve ayrışma alanları ne ve ne kadar?
Merkez sağı, her şeye sıfırdan başlayıp, siyaset bilimi jargonu içinde kodlamaya çalışarak izah etmeye çalışmak imkânsız. O nedenle, gelin merkez sağın serüvenini anlayabilmek için biraz hafıza tazeleyelim. Kim ne diyor, ne demek istiyor, daha iyi anlarız.
İki ana siyasi akım
Şimdilerde, siyasi hizalanma, Cumhuriyet tarihinin iki ana siyasi akımı çerçevesinde tanımlanmaya çalışılıyor. Tartışmanın, temel ekseni, 'devlet'in, 'resmi ideoloji'nin; temsilcisi, Cumhuriyetçi CHP geleneği ve 'millet'in, 'sivil siyaset'in demokrasinin temsilcisi Demokrat Parti, yani merkez sağ geleneği gibi gözüküyor. Durum kısaca böyle özetlenebilir. Zira, Cumhuriyet devrim niteliğinde bir siyasi dönüşümdür, dahası, her devrim gibi, bu devrimin ideolojisini temsil eden otoriter bir tek parti yönetimiyle tahkim edilmiştir. Bu arada, Cumhuriyet devrimi, sadece siyasal bir büyük dönüşüm değil, oldukça radikal bir 'kültür devrimi' ile birlikte yaşanmıştır. Bu kültür devrimi, topyekûn Batılılaşma ve sekülerleşmeyi öngörüyordu. Nitekim, temel sorun burada başladı. Aslında Tanzimat ile, yani 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan Batılılaşma eğiliminin kök saldığı şehirli üst, orta sınıflar dışında kalan toplumun geniş kesimleri, bu kültür devrimine başından itibaren soğuk baktılar, uzak kaldılar. Ve aslında uzak kaldıkları için soğuk baktılar. Zaman içinde, uzak, dışarıda kaldıkları için soğuk baktıkları iddiasının yerine, soğuk baktıkları, yani milli-manevi değerlerine sahip çıktıkları için soğuk baktıkları iddiası yaygınlaştı; en azından sağ siyasetler bu teze sahip çıktılar.
Toplumun değerleri ve Cumhuriyet
Cumhuriyet idaresi, toplumdan, onun değerlerinden yabancılaşmış, bir siyasi projeyi tepeden topluma dayatan bir seçkinler idaresi olarak görüldü. Takdir edersiniz ki, toplumun değerlerinden kastedilen büyük ölçüde dini değerler ve sembollerdi. Peki, bu toplumun zengini, fakiri, şehirlisi, köylüsü, işçisi, esnafı, kadını, erkeği yok muydu? Onların birbirine karşı durumu neydi? Bu önemli değildi, Cumhuriyet devrimi, toplumu, 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir zümre' olarak tarif ediyordu. Bir ulus yaratmak için böylesine bir tarif gerekiyordu. Bu devrime ve daha ziyade onun kültür devrimine itirazı olanlar da pozisyonlarını bu şekilde belirlediler. Onlara göre de, toplum 'kaynaşmış bir kitle' idi ve de böyle olması gerekiyordu. Sorun, bu 'kitle'nin kim ve ne olduğu veya ne olacağıydı. Cumhuriyetçi gelenek bu kitleyi dönüştürmeyi hedefliyordu, bu kitle modern, Batılı alabildiğine Batılı görünümlü ve seküle olacaktı. Buna itiraz edenlerin de modernlikle bir sorunu yoktu. Tanzimat'tan beri, muhafazakâr söylemler (hatta birçok durumda muhafazakâr olmayanlar) Batı'nın teknolojisini, bilimini benimsemek gerektiğini, ama manevi değer ve sembollerin koruması gerektiğini söylüyorlardı.
Çokpartili hayata geçiş
Çokpartili hayata geçişle birlikte, Demokrat Parti de, Cumhuriyetçi devrimin kökten ve kültürel değişimi öngören projesine karşı, toplumu fazla üzerine gitmeden modernleştirme fikrine dayalı olarak, siyasi temsil zeminini belirledi.
Dönemin önemli gazetecilerinden biri olan Emin Karakuş, 1954 seçim gezisinde Menderes'i izleyen grubun içindeymiş. Otomobilin içinde, Demokrat Parti konusunda diğer gazetecilerle hararetli biçimde sohbet ederken şoför lafa karışmış, "Bey" demiş, "Dikkat ettim sen bizim partinin aleyhinde konuşuyorsun." Karakuş, "Söylediklerim yalan mı?" diye sormuş. Bunun üzerine, şoför, "Doğru söylüyorsun, ama değil mi ki, bu parti bize 'Allahuekber' dedirtmiş, minarelerimizde bize duyurmuştur, bu bize yeter."(40 Yıllık Bir Gazeteci Gözüyle İşte Ankara, Hürriyet Yayınları, 1977, 167)
Merkez sağ ittifakın temel stratejisi
Malum, tek parti döneminde ezan Türkçeleştirilmiş ve ancak DP iktidarında tekrar Arapça okunmasına izin verilmişti. Şoförün bahsettiği olay budur. Aslında, merkez sağ siyasetin kısa tarihi de biraz budur. Geniş kitlelerin inanç, değer ve hayat tarzının siyasi temsili, liberal ekonomik politikalar ve bunlar üzerinden yürüyen bir modernleşmeyle harmanlanmış, yola böyle çıkılmış, bu yol büyük ölçüde aynı ekibin yeni koşullara uyarlanması ile devam etmiştir. Merkez sağ çatısı altında karşımıza çıkan, ilk bakışta tuhaf gibi görünen ideolojik ve toplumsal ittifakların arkasında, bu temel strateji vardır.
DP'nin misyonu
CHP'nin Ankara Valisi Tandoğan'a atfedilen 'Memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz' sözü ünlüdür. 'Yeter, söz milletin' sloganıyla yola çıkan Demokrat Parti de biraz 'Memlekete demokrasi gelecekse onu da biz getiririz' türünden bir arka plana dayanıyordu
CHP'nin meşhur Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'a atfedilen 'Memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz' sözü ünlüdür. Ve fakat, 'Yeter, söz milletin!' sloganıyla yola çıkan Demokrat Parti hareketi de, aslında biraz, 'Memlekete demokrasi gelecekse onu da biz getiririz' türünden bir arka plana dayanıyordu. Bunu, Demokrat Parti çizgisine olumsuzluk atfetmek için değil, o dönemin kaçınılmaz biçimde tezahür eden seçkinci siyaset atmosferini hatırlatmak için söylüyorum. Demokrat Parti hareketi, demokrasi kavramıyla tanışık olmayan bir toplumu, tek parti çizgisinin ötesinde demokratik siyasetle tanıştırma misyonuyla yola çıkmıştı. Bu açıdan, partinin lider kadrosu ile toplumsal tabanı arasında kaçınılmaz ancak ciddi bir farklılık vardı.
DP kadrosu CHP içinden çıktı
Malum, Demokrat Parti lider kadrosu, CHP içinden çıkmıştır. Başka nereden çıkacaktı, diyebilirsiniz. Ancak, sıradan bir parti mensubiyetinden bahsetmiyorum, daha ciddi bir ortak zeminden söz ediyorum. Bu ortak zeminde, ilk göze çarpan, toplumsal tabanını büyük ölçüde Cumhuriyet'in kültür devrimine itirazın oluşturduğu bu oluşumun öncülerinin, aslında fazlasıyla, hayat tarzları ve zihniyetleri itibarıyla bu kültür devriminin de taşıyıcıları olmasıydı. Daha önemlisi, DP lider kadrosu, Cumhuriyet'e karşı oluşan muhafazakâr tepkiyi siyaseten temsil etmeyi benimsemekle birlikte, bu siyasi temsili Cumhuriyet kurumları çerçevesinde modern demokratik mücadele çerçevesinde görmüşlerdir. Tam da bu nedenle, Cumhuriyet'e itirazı bu çerçevenin dışında bir mücadeleye taşımak isteyenlerce; Menderes, 'Darağacına gidişin dahi baş sorumlusu kendisidir' şeklinde suçlanmıştır (Necip Fazıl Kısakürek, Benim Gözümde Menderes, Büyük Doğu Yayınları, 1993, 380).
Kısakürek'in eleştirisi
Sonradan sağ siyaset yelpazesinde geniş bir çevrenin, zihniyet dünyasında çok önemli yer teşkil eden Necip Fazıl, 'zıtlarını kökünden tasfiye edecek' bir siyaseti öngördüğü için Menderes ve Demokrat Parti deneyimini alabildiğine eleştirmiştir. Necip Fazıl, 1960 ihtilalini öncesinde vuku bulan ve göstericilere ateş açılması sonucu birinin ölümüyle sonuçlanan olaya ilişkin olarak, "Hükümet kuvvetlerine karşı fiille karşı duran Halk Partisi sevk ve idaresindeki sözde gençlik yığınlarından bir buçuk ölü yerine 150 ölü verdirilseydi ortada bir hükümet bulunduğu anlaşılır ve hiçbir şey olmazdı" diyordu. (428)
Ilımlı muhafazakârlık
Nitekim, DP karşıtı gençliğe karşı bir gençlik hareketi örgütleme gibi düşünceler karşısında, Celal Bayar'ın 'Onların Halk Partisi'ne aleyhtar oldukları noktalarda ben Halk Partisi ile beraberim!' sözü de eleştirilere hedef olmuştur. Oysa, Demokrat Partili liderler, gerçekten de, ılımlı bir muhafazakârlığı savunuyor, bunun ötesine geçişi 'tehlikeli' buluyorlardı. Adnan Menderes, Meclis'te, 'Ümmet hayatından yeni çıkmış ve taasup hislerinin kötü maksatla tahriki yolundan türlü tehlikelere maruz bırakılmış bir memleket olduğumuzu unutmamalıyız' (302) türünden birçok konuşma yapmıştır. Buna karşın, sağ milliyetçilik ve dindar muhafazakârlık, daha sonra çeşitli istikametler almak üzere, DP iktidarının yarattığı Cumhuriyet geleneğine 'itiraz' atmosferinde mayalanmıştır.
Demokrat Parti'den başlayarak, merkez sağ siyaset hep bu kıskaç altında yoluna devam etmek durumunda kalmıştır. Bir yanda, İkinci Dünya Savaşı sonrası daha yakınlaştığımız ABD'nin özellikle teşvik ettiği liberal ekonomi politikları, bu ekonomik politikları destekleyecek bir kitle tabanı bulma gayreti içinde, diğer yandan muhafazakâr oyları teminat altına alacak milliyetçi-muhafazakâr söylemler, politikalar.
'Büyük Doğu'ya örtülü destek
Necip Fazıl'ın 'Büyük Doğu' dergisinin örtülü ödenekten desteklenmesi bu kabilden bir siyasetin tezahürüdür. Necip Fazıl, bu desteği hiçbir zaman 'yeterli' bulmamış, 'Sadece birtakım örtülü ödenek tesellileri' diye şikâyet etmiştir. (363)
Bu arada, tabii, Soğuk Savaş döneminin Türkiye'ye yansımalarının yarattığı havayı da dikkate almak gerekir. Artık, tek mesele, Cumhuriyet Halk Partisi'nin temsil ettiği Batıcı, fazlasıyla laik, fazlasıyla Batıcı ve dolayısıyla topluma yabancılaşmış bir kültürel devrim ve onun siyasi dayatmacılığı ötesinde, ABD'nin ilan ettiği dünya çapında 'kömünizmle mücadele', Türkiye'deki politik ayrışma hattında yerini merkez sağ cenahta bulmuştur. Böylece dindarlık, muhafazakârlık, milliyetçilik, komünizmle mücadelenin açılımları haline gelmiştir.
Ali Fuad Başgil'in yaklaşımı
Demokrat Parti döneminin ünlü fikir adamlarından Ali Fuad Başgil, komünizmle mücadelede dinin rolünü şöyle özetliyordu: "... Neye onun var da benim yok diye sorması, işte komünizmin anası budur. Din bu sualin cevabını verir ve dindar bu cevabı bilir ve içi rahat eder..."
"Türkiye gibi nüfusunun yüzde 85'i çiftçi ve işçi olan ve en az yüzde 65'i okuyup yazma bilmeyen bir memlekette asırlar içinde yerleşmiş din ve maneviyat bağlarının birdenbire kopmasındaki tehlikeyi göstermek milli ve tarihi bir vazifedir", işte bu yüzden, insanlığın selameti maddeci ve inkârcı pozitivizmin 'Eğer Tanrı varsa onu yok etmelidir' formülünde değil, fakat 'Eğer Tanrı yoksa onu var etmeli' hakikatindedir. (Din ve Laiklik, 1954, 201, 269)
27 Mayıs ve Adalet Partisi
AP hareketinde hiç değilse liderlik kadrosu açısından 'söz daha fazla milletin' olmuştur. Artık lider Cumhuriyet elitinden biri değil, bir köylü çocuğudur
DP'nin bakanlarından ve fikir adamlarından Samet Ağaoğlu, "Adalet Partisi'nin halk hareketi niteliğini taşıyan yanı, başı koparılmış eski Demokrat Parti teşkilatının her şeye rağmen canlılığını muhafaza ederek bu partiye geçmiş olmasıdır" diyor. (Demokrat Parti'nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, 1972, 9) Gerçekten de, 1960 darbesinin yarattığı savrulma, kısa zamanda atlatılmış ve AP, DP'nin istikametinde yola koyulmuş bir partidir. Bu arada, darbe sonrasında, darbenin yapıldığı partinin izinden gitmek üzere kurulmuş AP'nin, o koşullarda, darbeyi tartışma konusu yapmak bir yana, ona sahip çıkıp, milli bir hususiyet atfetmek yolunu tutmuş olduğunu hatırlatmak isterim.
Demirel, 1966'da 5 Haziran Kısmi Senato Seçimi öncesi yaptığı konuşmada, "(CHP) kendi siyasi maksatları uğruna, 27 Mayıs'ı bölücü bir hareket niteliğine getiriyor. 27 Mayıs'ı hiçbir şahsa, hiçbir zümreye, hiçbir sınıfa karşı olmayan birleştirici bir hareket olarak kabul etmek gerekir" demişti. (AP Genel Merkez Yayınları-28, 37)
Merkez sağın sembolik dengesi
Diğer taraftan, darbe sonrasında siyasetten büyük ölçüde tasfiye olan DP elit kadrosunun bıraktığı yerde, AP hareketinde, hiç değilse, liderlik kadrosu açısından 'söz daha fazla milletin' olmuştur. Bu süreçte, merkez sağda lider artık Cumhuriyet elitinin içinden biri değil, mühendislik eğitimi yaparak sivrilmiş bir köylü çocuğu Süleyman Demirel'dir. Ancak, eşi 60'lı yılların modern Batılı tarzda giyinen bir köylü çocuğu. Merkez sağın, sembolik dengesi bu resim çerçevesinde özetlenmiş gibidir.
Yine, Samet Ağaoğlu, DP hareketini değerlendirirken, 1960 darbesinden çok sonra, bir köylü kadının DP'nin doğuşuna ilişkin ifadesini nakleder, kadın "Köyümüz sessiz bir yerdi. Gelen yok, giden yok. Birdenbire insanlar çoğaldı etrafımızda. Herkes konuşur, söyleşir oldu. Şehirlere karışmak hevesi uyandı içimizde" demiş (8). İşte, Demirel de, bu sürecin sembolik bir göstergesi gibiydi.
'Köylüsün sen köylü kal' mesajı
AP hareketine eleştirel bakan biri için olay; "...fakir memlekette böyle üç-beş yıl içinde milyonlar kazanmanın yolunu keşfetmiş zekâlara karşı duyulan hayranlık Demirel'i birdenbire ön plana çıkardı" şeklindeydi (Fikret Şahoğlu, AP'nin İçyüzü, 1965, 75). Oysa, milyonlar kazanmak bir yana, geniş halk kitleleri için kendilerine benzer birinin yükselmesi, 'şehirlere karışmak hevesi'nin uyanışının devamıydı. CHP bu kitleye uzaktı. Köy Enstitüleri projesi sandıkları gibi, bu hevese çare değildi, tam tersine, bu insanlar için, 'köylüsün sen köylü kal' mesajı veriyordu. AP milletvekili de olan yazar Osman Turan, "Köye medeniyet götüreceğini sandıkları gençleri bile küçük zenaatlarla, rençberlikle meşgul ederek, hem kültürden mahrum bırakmışlar, hem de onları toprağa bağlayarak şahsi gelişme ve yükselmelerine engel olmuşlardır" diyordu. (Vatanda Gurbet, Nakışlar Yayınevi, 1980, 39)
Bu koşullar altında, köylü kimliği ötesinde Demirel'in, kalkınmacı ekonomik politikları ve söylemi, soldan bakanların bir türlü anlamak istememesine karşın, şehirlere karışmak hevesi ile örtüşüyordu.
Merkez sağın zihinsel arka planı
Yine de, kalkınmacı söylem ve ekonomik liberalizmin, siyasal liberalizmle buluşacağı bir toplumsal-düşünsel ortam söz konusu değildi. Bu koşullar altında, merkez sağın zihinsel arka planı ve duygu haritası, tek parti dönemine tepki olarak dışavuran itiraz, aslında, Cumhuriyet devrimine karşı mesafeli bir yerde belirleniyordu. Böylece, Cumhuriyet'in seküler ulusal kimliğine uzak durulan yerde, ulusal kimliği dinsel ve tarihsel motiflerle tamamlayan sağ milliyetçilik ve dinsel kimliği daha öne çıkaran dindar muhafazakârlık damarları gelişti. Altmışlı yıllardan başlayarak, bu damarların merkez sağın dışına taştığı, partileşme (MÇP-MHP ve MNP-MSP) süreci yaşandı. Bu siyaset damarlarını ayrıca irdelemek gerekir. Bu çerçevede, sadece, bu damarların, her zaman merkez sağ siyasetlerin çatısı altında liberal damarla birlikte varolduğunu hatırlatmakta fayda var. Nitekim, 70'lerde kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerinde, bu bir aradalık, ayrıca gerektiğinde partiler arası koalisyon olarak tezahür etmişti.
Dahası, bu ayrışma ve örtüşme meselesi, sağ partiler arasında polemik konusu olabiliyordu. MSP yanlısı bir yayınevinin, bu partinin dini istismar ettiği iddialarına karşılık olarak, içinde AP amblemi basılı Kuran dağıtması, asıl bu partinin dini istismar ettiği şeklinde, karşı kanıt olarak gösteriliyordu.
'Milliyetçilik aleyhine dava'
Liberal ekonomik siyasetlerin, toplumsal tabandan yoksun olması, merkez sağı, sıklıkla koyu milliyetçi ve dindar muhafazakâr söylemlere dayanmak durumunda bırakmıştır.
29/6/1973 tarihli ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu'nun, 'öğrencilerin örf ve âdetlerine bağlı milliyetçi kişiler olarak yetiştirilmesini' öngören maddesini eğitim ve öğretim hizmetlerinin tarifi açısından Anayasa'ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali için Anayasa Mahkemesi'nde dava açtığında, Demirel bunu 'CHP milliyetçilik aleyhine dava açtı' diye nitelendirmişti. (TBMM, 1976 Bütçe Konuşması). Aynı konuşmada, 'Komünizmin Türkiye'yi kurulduğundan beri tehdit ettiğini' vurgulamış', 'komünizmle mücadele'ye devam etme kararlılığını tekrarlamıştır. Zira, yine hatırlamakta fayda var ki, bu dönem sağ siyasetlerin tümünü aynı çatı altında birleştiren, örtüşme alanı, Soğuk Savaş döneminin 'komünizmle mücadele' misyonudur. Demirel'in, ünlü olan 'Bana milliyetçiler adam öldüyor dedirtemezsiniz' sözü bu ortamda söylenmişti.
12 Eylül ve ANAP
ANAP'ın politik söylemi, seksen öncesi 'anarşi' ortamı korkusu üzerine kurulmuş idi. Ve 12 Eylül'ün temelini attığı ekonomik liberalleşme ve bunlar adına sosyal hakların kısıtlanması söz konusuydu
Merkez sağ dediğimiz siyaset alanında geçmişten bugüne hızlı bir hafıza tazelemesi yapmakta fayda var diye giriştiğim bu yazı dizisi vesilesiyle, arşivlere göz attığımda hafıza tazeleme işinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm. Sabah akşam bu işlerle uğraştığım, hatta üzerine akademik makale yazdığım konularda ben bile, altını çizdiğim, dosyaladığım konuları zaman içinde unutmuşum. Oysa, kimsenin veya bir siyasi çevrenin kirli çamaşırlarını gündeme getirmek açısından değil, Türkiye'de hâkim siyasal zihniyet haritasını kavramak açısından hatırlamak çok önemli. Neden demokratikleşmeyi hakkıyla başaramıyoruz sorusunun cevabı, içinden geçtiğimiz siyasal süreçler ve zihniyet haritasıyla ilgili.
Bu nedenle, kronolojik olaylar zincirini hızlı geçip, merkez sağ siyasette önemli dönüm noktalarında bazı hafıza tazelemeler izleğine devam edelim ve de hızla biraz daha yakın tarihe gelelim. Yani 12 Eylül darbesi ardından, merkez sağda yeni çatı olarak beliren Anavatan Partisi olayına. Farkındaysanız, gelinen noktada, tüm merkez sağ söylemler, kendilerini DP çizgisine oradan hızlıca Turgut Özal mirasına dayandırmaya özen gösterirler. DP, artık tarihe karışmıştır, Özal ise vefat etmiş bir Türk büyüğü vasfı kazanmıştır, burada sorun yoktur. Oysa, merkez sağ siyasetin diğer bir büyük ismi Süleyman Demirel hâlâ siyaset sahnesinde sayılır, ANAP'lı politikacılar keza halen bu sahnenin çeşitli yerlerindedir ve aralarında ihtilaflar mevcuttur.
Evren'e verilen söz
Bırakalım mevcut ihtilafları ANAP hareketine dönelim. Bakın, 12 Eylül darbesinin Genelkurmay Başkanı ve öncüsü Evren, ANAP'ın icazet alarak siyasi hayata girişini nasıl anlatıyor; 'Özal, sağda bir parti kurmak istediğini ve bunun için de iznimizi almaya geldiğini ifade etti... Ben kendisine, "Sayın Özal, senin parti kurmanda mahzur görmüyoruz.
Esasen siz Ulusu hükümetinde görev aldınız. Sizde mahzur bulsaydık Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı gibi bir görev vermezdik. Yalnız sizin vaktiyle MSP ile ilişkiniz oldu.... MSP ve MHP'lilere karşı zaafınız var. Eğer kuracağınız partiye bu eğilimdeki kişileri doldurursanız, müsaade etmeyeceğimizi bilesiniz. Bize söz verin" dediğimde, "Müsterih olunuz, böyle bir şey yapmam" diye söz verdi. "Peki öyleyse hayırlı olsun dedim." (Kenan Evren'in Anıları-4, Milliyet Yayınları, 150-1)
Malum, ANAP 6 Kasım 1983 seçimleriyle, iktidara geldi. İlk yaptığı işlerden biri, 24 Kasım'da, ANAP Meclis grubu toplantısında, Cumhurbaşkanı Evren'e 'şükran plaketi' vermeyi, 'ittifakla ve alkışlarla' kabul etmek oldu. ANAP, TBMM grubunun 24.11.1983 tarihinde aldığı karar şudur: "Ebedi Türk vatanı ve milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk devletinin varlığına karşı Cumhuriyet devrinde benzeri görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına yaklaştığı sırada 12 Eylül 1980 günü emir ve kumanda zinciri içinde yaptığı müdahale ile ülke ve milleti parçalanma noktasından çekip, esenliğe çıkaran, demokratik düzene geçiş ve vaatlerini aynen uygulayan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ve Milli Güvenlik Konseyi'ne, sayın Cumhurbaşkanımıza, çok partili demoktratik düzen icaplarının işlemeye başladığı bu tarihi gün dolayısı ile grubumuzun şükran hislerini saygı ile arz ederiz."
Darbeye karşı tutum
Sadece merkez sağ değil, tüm sağ siyaset yelpazesinde, yaygın olan söylem, Türkiye'de devlete hâkim asker-sivil dar bir 'oligarşik' çevrenin, milletin temsilcileri olan sağ partilerin türlü engelleme ve müdahalelerle, önünün kesildiği yönündedir. Oysa, sağ siyasetlerin, özellikle de darbe dönemlerinde aşırı pragmatik tavırları bir yana, zihniyet açısından bu müdahaleler ile ciddi sorunları olmadığı aşikârdır. İlk bakışta garip gibi gelebilir, ancak, özellikle merkez sağ siyasetin bu müdahalelerle güç kaybetmek bir yana, başlarının sıkıştığı dönemlerde, nefes alma imkânı bulduğu bile iddia edilebilir.
Nitekim, ANAP iktidarının temel politik söylemi, 12 Eylül darbesinin söylemi üzerine, yani 80 öncesi 'anarşi' ortamı korkusu üzerine kurulmuş idi. Ve tabii; 12 Eylül rejiminin temelini attığı ekonomik liberalleşme ve bunlar adına sosyal hakların kısıtlanması söz konusu idi. Ekonomik liberalizmin siyasal liberalizmin teminatı olduğunu iddia edenler, bu dönemi, yani kurucu siyasi ortamın koşullarını unutma eğilimindedirler. Oysa durum bambaşkadır.
Diğer taraftan, darbe sonrası 'normalleşme' sürecinde, siyasi yasakların kalkması gündeme geldiğinde, ANAP ve Özal, mevcudiyetlerini 12 Eylül'e borçlu olduklarını iyi hatırlayarak, yasakların devamını sonuna dek savunmuşlardı.
Bakın ANAP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Keçeciler, Ankara Akün Sineması'ndaki 5. Teşkilat Bölge Toplantısı'nda (19.8.1987) neler söylemiş; "... bu millet öyle evlatlar yetiştirir ki, çok daha güzelini, çok daha iyisini kurabilir. O halde eski siyasi partileri belirli bir süre yasaklayalım. Onları belirli bir süre siyaset dışına koyalım." 'Söz milletin' geleneğinin devamı olduğunu iddia eden ANAP'lı Keçeciler, iş siyasi yasaklara gelince, açıkça, "Anavatan Partisi'ne kurulduğu günden beri sataşacaksın, hem de yasakların kaldırılması için Anavatan Partililerden kredi bekleyecek ve medet umacaksın. Olacak şey mi?" diyordu. Gerçekten de olacak şey değildi, bu tür durumlarda kimse kimseden, hiçbir devirde 'medet' bulamamıştı. Dahası, Keçeciler, "1982 Anayasası'nın bu memlekete getirdiği pek çok iyilikler vardır. Sivil idareler döneminde çözmeniz fevkalade zor olan problemleri 1982 Anayasası... çözmüştür."
İşte, devletçi, askerci CHP geleneğine karşı, demokrat geleneği temsil ettiğine inanılan merkez sağ geleneğin zihin dünyası budur.

ANAP'ın kadro yapısı
ANAP, önceki benzer örneklerde olduğu gibi, liberal orta sınıf desteğinin zayıf olduğu bu toplumda ister istemez milliyetçilik, dindar muhafazakârlık ve ekonomik liberalizmin koalisyonundan oluşuyordu. Dört eğilimin birleşmesi denilen parti içinde adı olup mevcudiyeti olmayan tek öğe sosyal demokrat siyasetti
Merkez sağın tarihinde ANAP dönemeci önemlidir, zira bugün merkez sağın neresinde, kim varsa hiç olmazsa Turgut Özal'lı ANAP'ı tarihi miras olarak kabul eder. Dahası, Özal, sadece merkezde değil, merkezin ötesinde de, geniş kabul gören bir liderdir. Kimisi onun, 'Türk dünyası öncülüğünü', kimisi 'tarikat ehli' oluşunu öne çıkarır. Asıl belirleyici olan kuşkusuz liberal ekonomik politikalarıdır ve de bu politikalar, merkezin ötesinde, özellikle dindar muhafazakâr kesimlerde daha o tarihlerden Erbakan'ın 'adil düzen' tezinden daha fazla etkili olmuştur. Özal'ın bu kesime verdiği mesaj özetle şuydu: 'Resmi ideolojiyle sorununuz var değil mi? Özelleştirme yoluyla devletin ekonomik gücünü budarsak,
ideolojik baskısı da ortadan kalkar'. Bu mesaj muhafazakâr kesimin liberal ekonomik politikaların peşinden gitmesi için yeterli olmuştur.
Dört eğilim
Diğer taraftan, ANAP aslında, önceki benzer örneklerde olduğu ve daha önce işaret ettiğimiz gibi liberal orta sınıf desteğinin sosyolojik olarak zayıf olduğu bu toplumda, ister istemez milliyetçilik, dindar muhafazakârlık ve ekonomik liberalizmin koalisyonundan oluşuyordu. Nitekim kadrosu da, sadece eski AP değil, MHP ve MSP çizgisinden gelenlerden oluşuyordu. Dört eğilimin birleşmesi denilen parti içinde, adı olup mevcudiyeti olmayan tek öğe sosyal demokrat siyasetti. Evren, 'Partiye MHP'li, MSP'li doldurma' demişti, ama vetolu bazı isimler dışında bu çizgiler oldukça geniş bir şekilde temsil ediliyordu.
O kadar ki, milliyetçi çevrenin temsilcilerinden olan ANAP kuruculardan Er
cüment Konukman, geçmişteki merkez sağ partilerin, yani DP ve AP'nin milliyetçi çizgiden koptuğu için tarihe gömüldüklerini iddia etmişti: "Demokrat Parti milliyetçi ve muhafazakâr görüşe sırt çevirmeye başlayınca ... yani liberalleşmeye yani renksizleşmeye başladıkları tarihten itibaren, kitle partisi olma vasıflarını kaybetmiş ve giderek zayıflamış ve 1960 ihtilaliyle tarihe karışmıştı." (Görüşler, Ankara, 1987, 12)
Nasıl bir merkez?
ANAP'ın önde gelen isimlerinden Mustafa Taşar'ın 80'li yıllarda yaptığı konuşmaları hatırlarsak, merkezin nasıl bir merkez olduğunu daha iyi anlarız. Taşar, 'bazılarının laikliği bahane edip' partisini eleştirmesine cevaben, "... bu ülkede çıkar hesapları olan enternasyonal boyutlu, büyük güçler, demokrasiyi bir 'çağdaş Truva atı' gibi kullanıp, fitne ordusunu ülkemizin zayıf düşmesinden faydalanarak insanımızın içine sokuyorlar" demişti (31 Mart 1986 Marmara Bölgesi illeri toplantısı), Dahası, 'Hıristiyanlık aleminde hâlâ ülkemize karşı Haçlı zihniyeti taşıyan ülkeler var'dı, 'Velhasıl ülkemiz birçok karanlık emelle karşı karşıya'ydı (18 Kasım 1985 İstanbul İl Başkanlığı Hizmetiçi Eğitim Semineri), 'Kara günlerinde de Türk milletinin en büyük gücü dayanağı milliyetçiliği olmuş'tu (Mart 1985 Gaziantep 1. Genişletilmiş İl Divan Toplantısı).
ANAP'ta, darbe sonrası aynı çatı altında toplanan milliyetçilik ve dindar muhafazakârlık, aslında merkez sağ ile başından beri geçişlilik içinde olan zihniyet dünyalarına sahip olmuştur. Keçeciler, kendisinin MSP'de olduğu 70'li yıllara ilişkin olarak, "...o dönemde MHP'li ya da AP'li arkadaşlara sorduğum 10 sorunun dokuzuna kendi verdiğim cevapları alırdım. Hep aynı kanaati, aynı düşünceyi benimsemiş insanlardı ama ayrı partilerdeydik" demişti. (Hıdır Göktaş-Ruşen Çakır, Vatan, Millet Pragmatizm, İstanbul 1991, s. 61)
Nitekim, ben de, 1999 yılında yaptığım bir çalışma (Türkiye'de Sivil Toplum ve Milliyetçilik/Merkez Sağ partiler, İletişim Yayınları) vesilesiyle değişik bölgelerde ANAP ve DYP'lilerle çeşitli görüşmeler yaptım ve bir kez daha, Türkiye'de, merkez ve merkez dışı sağ partiler arasında dışardan görüldüğünün ötesinde örtüşme olduğu yönündeki izlenimim pekişti. Ayrışmalar ve örtüşmeler, şahsi farklılıklar ötesinde, daha ziyade bölgesel olabiliyordu, yani Konyalı bir ANAP'lı, İstanbullu bir Refah Partiliden daha muhafazakâr olabildiği gibi, Diyarbakırlı bir DYP'li ile Trabzonlu DYP'li çok farklı olabiliyordu.
Merkez sağın çöküş yılları
Tüm bunları, özellikle de AKP ve merkez sağ tartışmalarının yoğunlaştığı bugünlerde, AKP'nin ne kadar merkez olduğu/olabileceği, merkez sağın asıl temsilcileri iddiasında olanların bu iddialarını neye dayandırabileceği gibi sorulara daha iyi cevap aramanın merkez sağı daha iyi tanımlamakla olacağını düşündüğüm için yazıyorum. Konuyu bugüne getirmeden, isterseniz bir de, 90'lı yıllara, yani merkez sağın temsil edildiği iki parti olan ANAP ve DYP ile birlikte topyekûn çöktüğü yıllara kısaca göz atalım.
Ama bunu bir sonraki yazıya bırakalım.
28 Şubat süreci
DYP-RP koalisyonu neredeyse 10 yıllık aralarla düzenli bir hal almışken, bu kez 'geciken' bir askeri müdahale, 28 Şubat ile sonuçlandı. ANAP'ı askeri müdahale ürünü olmakla sıkıştıran Demirel, bu kez cumhurbaşkanı olarak müdahaleye destek verdi. Aradan yine ANAP sıyrıldı ve DYP merkezden kovuldu
1989 mahalli seçimlerinden sonra Korkut Özal sonuçlar için, "Benim gördüğüm kadarıyla herkes kendi babaevine dönmüş, Selametçiler Refah'a, Adalet Partililer DYP'ye, CHP'liler ise SHP'ye gitmişler. Benim anlayamadığım ANAP'ın aldığı yüzde 21 oy nereden geliyor?" demiş (Yılmaz Çetiner, Son On Yılın Perde Arkası, Milliyet Yayınları, 1994, 46).
Belli ki, Korkut Özal'ın anlayamadığı pek çok şey vardı. Her şeyden önce, 12 Eylül darbesinde bebek olanlar oy verecek yaşa gelmişti. Nedense, siyaset yorumlarında, sadece yaşı gereği böyle düşünmeye eğilimli olanlarla sınırlı olmayan tuhaf bir yaklaşım hep gündeme gelir. Bu yaklaşım, siyasal süreçleri ve hatta zamanı donmuş varsayarak, DP (veya CHP) seçmeninin, neredeyse zaman ötesi bir varlık olduğu ön kabulünden hareket eder. Özal'ın yorumu bu bakışı yansıtıyor. Bırakın, siyasal hayata sürekli yeni seçmenlerin katılışını, zaman içinde siyasal parti ve söylemler de değişim geçirmektedir ve bunu hep hesaba katmak gerekir. Bu nedenle, bırakın DYP ve ANAP'ı, 80'lerin sonunda Refah Partisi artık MSP değildi, devamlılık olduğu kadar değişim söz konusuydu.
Daha sağ bir Türkiye
Evet, siyasal parti ve söylemlerin, Türkiye'nin geçirdiği değişimlerden ne ölçüde etkilendiğini hesaba katmak gerekir. Mesela, 12 Eylül süreci içinde, daha önce sağ siyaset yelpazesi içinde kalan Türk-İslam söylemi, bu süreçte, sağdan merkeze yerleşmiş, bir tür resmi ideoloji haline gelmişti, artık Türkiye genel olarak daha sağ bir Türkiye idi. Bu koşullar içinde ve siyasal yasakların kalkıp eski parti ve kadroların siyaset sahnesine çıkması ile siyasal tartışmanın alanı farklılaşmıştı. Bu alanı tanımlamak için, aslında o dönem yükselen Refah Partisi ve İslamcılığa daha yakından bakmak gerekir, ancak biz şimdilik, merkez sağa yoğunlaşmak adına, onu bir yana bırakma durumundayız. Daha sonra, bu çizgi ile Merkez sağın kaderinin kesiştiği AKP'yi daha iyi anlamak için ayrı bir yazı dizisi yaparız veya bu dizinin sonunda, AKP bölümünde, hızlı bir özet yapmaya çalışırız.
90'lı yıllarda, sağın merkezine dönersek, bu merkezi ikiye bölünmüş halde buluruz; ANAP ve Demirel'in siyaset sahnesine dönmesiyle, merkezde muhalefet partisi olarak DYP karşımıza çıkar. Bu koşullarda, ANAP, '12 Eylül öncesi anarşi' söylemine yüklenmek durumundaydı. Ona karşı DYP ise, ANAP'ı askeri darbe ürünü olarak yıpratmaya girişmişti.ANAP'ın güçten düşmesi ve DYP'nin iktidar ortağı olmasında kuşkusuz tek etken bu değildi, ANAP iktidar yorgunu idi. Her zaman askeri darbelerle mağdur olduğunu iddia eden, ama sonuçta, paradoks gibi gözükse de, bu darbelerle tazelenen merkez sağın iktidardaki partisi, darbe yoksunluğundan olsa gerek gerilemişti. Bu kez tazelenme merkezin ikiye bölünmesiyle sağlandı denebilir.
Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanı olmasıyla, ANAP da, 'liberal' kanada miras kaldı, Mesut Yılmaz genel başkan oldu. Liberal dedikse, abartmayalım, Türkiye'de milliyetçilik ve muhafazakârlığın beslemediği bir merkez sağ hâlâ mümkün değildi. Nitekim, ANAP 1993 seçimine Büyük Birlik Partisi ile ittifak içinde girmiştir. BBP'nin 3. kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlenen 'Siyasi Karar Kurultayı'nda bir konuşma yapan Yılmaz, 'doğruların gözle görülmeyen orduları' diye adlandırdığı koyu milliyetçi Nizam-ı Âlem Ocakları'nı seçimlerde ANAP için çalışmaya davet etti (Sabah gazetesi, 7 Aralık 1995, aktaran Musa Aksel, Meydanlardan Medyaya Bir Seçimin Anatomisi, Ankara, 1996, 212).
DYP-RP koalisyonu
Gün geldi, devran döndü, Özal vefat etti, Demirel 9. Cumhurbaşkanı, 'sarışın güzel bir kadın', Tansu Çiller, DYP Genel Başkanı oldu ve yükselen İslamcılığın partisi Refah ile koalisyon kurdu. Bu koalisyon, neredeyse 10 yıllık aralıklarla düzenli bir hal almışken bu kez 'geciken' bir askeri müdahale, 28 Şubat ile sonuçlandı. ANAP'ı askeri müdahale ürünü olmakla sıkıştıran Demirel bu kez cumhurbaşkanı olarak, müdahaleye destek verdi. Aradan yine ANAP sıyrıldı, DYP'den boşalan siyaset sahnesinde yerini aldı. Bu kez Demirel'siz DYP, kendini resmen olmasa da siyaseten tecrit olmuş halde buldu. RP ile koalisyonu ve bu nedenle başına gelenler sonucu merkezden kovulmuştu. Bu koşullar altında, 'çivi çiviyi söker' siyaseti söz konusu oldu, özellikle milliyetçi hattan merkeze saldırıya girişildi.
Tabii, askeri vesayete karşı sivil direnç, demokrasi kavramları öne çıkıyordu, ama hep diyoruz ya, liberal-demokrat çizgi hiçbir zaman merkez sağı tahkim etmeye yetmiyordu. Gerek artık cumhurbaşkanı olan eski lider Demirel, gerek 28 Şubat'a destek çıkan ANAP bu yönden hedef alınıyordu, ama eleştiri terminolojisini belirleyen 'demokrasi'den ziyade, en hafif deyişle, 'millete ve değerlerine yabancılaşmış' unsurlar söylemi üzerinden gidiyordu. Mesela, DYP'nin yayın organı işlevi gören Öncü gazetesi, sürekli Berna Yılmaz'ın dekolte kıyafetle çekilmiş fotoğraflarını yayımlıyor, verdiği davetlerde 'şampanyanın su gibi aktığı' gibi haberler yer alıyordu.
13 Ocak 1999 tarihli Öncü, ANAP'lı 'düşük' bakanların, Bodrum'da 'ramazan tanımadığı' rakılı yılbaşı kutladığını bildiriyordu. Gazetenin ana temalarını, büyük sermaye ve özellikle Koç ailesi, onların denetiminde olduğu ileri sürülen medya, genel olarak 'sosyete'nin 'kepazelikleri' ve bunların fotoğraflarla süslenmiş örnekleri oluşturuyordu. Gazetenin dili tam bir felaketti, soy ve nesep işleri dahi gündemdeydi. Mesela, o zamanlar evli olan Esin Maraşlıoğlu ve Cem Özer için, 'Esin'in babası Museviymiş! Cem Özer'in de annesinin Ermeni olduğu söyleniyordu' şeklinde bir heber yapılabiliyordu (18 Aralık 1998).
DYP'nin geldiği nokta
Diğer taraftan, Öncü'nün 'milliyetçi'liği eski ülkücüleri MHP ötesinde sahiplenme noktasındaydı. 12 Eylül öncesi yedi TİP'li öğrenciyi öldürmekten mahkûm olan Haluk Kırcı, neredeyse haksızlığa uğramış biçimde takdim ediliyordu (12-17 Ocak 1999 tarihli Öncü gazeteleri). Gazetede, Harun Yahya imzalı, 'Yahudilerle Çinliler arasındaki ilginç bağ' da dahil ilginç 'tarihi analizlere' yer veren 'Terörün Perde Arkası' ve 'İsrail'in Kürt kartı' gibi yazı dizileri yayımlanıyordu.
Bugünlerde, AKP'nin merkez sağda yeri olmadığını söyleyerek, merkez sağdaki gerçek alternatifin yeniden sahneye çıkmasına talip olan DYP'nin 90'lı yılların sonunda geldiği nokta, sergilediği dil buydu.
DP çizgisi ve AKP
28 Şubat'la Milli Görüş kadrosunun tasfiye olması ekonomik liberalizmle barışan İslamcılığın genç kadroları için bulunmaz bir fırsat oldu
Merkez sağın kısa tarihi bile bakın yedi bölüm oldu, artık sizi daha fazla sıkmadan yavaş yavaş bitirmek lazım. Bir gazete dizisinde ancak bu kadarı mümkün. Oysa, daha anlatılacak, hatırlanacak o kadar çok şey ve farklı boyut var ki. Merkez sağın Türkiye'de doğması, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin koşulları, ekonomi politikaları, Marshall yardımları ile sıkı sıkıya bağlıdır. Diğer taraftan, ideolojik ortamın en belirleyici unsurlarından biri Soğuk Savaş ortamıdır, biz o boyutu neredeyse birkaç cümleyle geçtik.
12 Eylül sonrası ortamı, 24 Ocak kararlarına değinmeden anlamak eksik olur, ancak biz işin o tarafına hiç değinemedik. Diğer taraftan, bu dönem, tüm dünyada neo-liberal politikaların yükseliş dönemidir. 80'lerin sonunda, Sovyet blokunun toptan çöküşüyle tek kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkması, tüm dengelerin değişmesi söz konusu oldu. Tüm bunları, kısa tarihimize sığdırmak mümkün değildi, yine de aklımızın bir köşesinde bulunsun.
Neo-liberal politika merkeze yerleşti
Bu ortam Türkiye'de sadece merkez sağ siyasetleri değil, tüm siyasal sahneyi topyekûn etkilemiştir. Her şeyden önce, neo-liberal ekonomi politikaları siyasetin merkezine yerleşti. Merkez sağ siyasetin zemini, başından beri liberal ekonomi politikaları ile milliyetçi ve dindar muhafazakâr ideolojileri sentezleme üzerinden kuruluyordu. ANAP söylemi, bu sentez veya denklemi yeniden tazeledi. Bu çerçevede, sağ söylemde 'devlet' vurgusu, yerini hızla piyasaya bıraktı. Özal'ın sağ çevreye, özellikle muhafazakâr kesime mesajı özetle şuydu: 'Öteden beri resmi ideolojiden yakınmıyor musunuz? Devleti küçültür, ekonomik gücünü azaltırsak, ideolojik baskısı otomatik olarak azalır'. Bu formül, muhafazakâr-sağ cenahta, ilk bakışta gözüktüğünden daha fazla tesirli olmuştur. AKP, bu tesirin ürünüdür. Gerçi, bugünkü AKP kadroları seksenli ve doksanlı yılların başında Refah Partisi (daha önce de, MSP veya İslamcı gençlik hareketleri) içindeydi.
'Adil Düzen' söyleminin etkisi
Ancak, bu çevreye yakından bakış, o dönemden başlayarak, aslında Özal formülünün, lider Erbakan ve onun 'Adil Düzen' söyleminden daha fazla etkili olduğunu gösterir. MÜSİAD çizgisi bunun en iyi örneklerinden biridir. AKP kurulduktan sonra, 'Ben hiçbir zaman Adil Düzenci olmadım' veya 'O gün söylediklerimize bakıyorum da şaşırıyorum' diyen parti önde gelenleri, bence son derece samimiydiler. Evet, sosyal olarak İslamcı camiadan geliyorlardı, ama akılları Özal'ın dediğine yatıyordu.
AKP'li bir bakanın, bir sohbet sırasında, bir vesileyle özelleştirme eleştirileri karşısında, 'kömünizmi geri mi getireceksiniz?' sitemi de, yetmişli yılların komünizmle mücadele geleneğinin içinden gelen çizginin, neo-liberal ekonomik politiklara nasıl kolay geçiş sağladığını bir kez daha görmemi sağladı. Birkaç gündür bazı gazetelerde, bir sivil toplum örgütünün verdiği ilanlar gözünüze çarptı mı bilmiyorum. 'Demokrasi'nin Yıldızları' ibaresi altında, Menderes, Özal ve Erdoğan'ın resimleri yer alıyor. Kim ne derse desin, bence, bu tablo anlamlı bir devamlılığa işaret ediyor.
Sınıf atlayanlar kılık değiştirmedi
AKP, aslında, sıklıkla iddia edildiğinin aksine, merkez sağ geleneğin bir devamı. Kendinden önceki partilerden, kuşkusuz farklı yanları var, ancak örtüşme çok daha fazla. Evet, ilk kez, merkez sağ bir hareketin liderlik kadrosu toptan İslamcı bir geçmişten geliyor. Merkez sağda, koyu milliyetçilik ve dindar muhafazakârlık, gerek zihniyet, gerek kadrolar açısından her zaman iç içe olmuştu. Ancak, bu ideolojik ittifak, daha önce sahne gerisinde olmasına karşın bu kez, kişisel planda sahneye çıktı. Türkiye, başörtülü eşli bir başbakan ve kabine ile tanıştı. Göze çarpan en önemli farklılık bu oldu. Diğer taraftan, Türkiye'de her dönem, her iktidar yeni bir çevreyi ekonomik olarak sınıf atlattı ve zaten sınıf atlamış olanların temsilciliğine soyundu, sadece bu kez sınıf atlayanlar kılıklarını değiştirmediler olan bu.
Bu farklılığı abartmak sadece laik kesimin değil, AKP iktidarına destek verenlerin de işine geliyor. Bir kesimin zenginleşmesi, 'çevrenin merkeze yürümesi', 'halkın iktidarı paylaşmak istemesi ve buna karşı tepki duyulması olarak', entellektüelize edilerek takdim ediliyor. Oysa, ekonomik zenginleşmenin taşraya yayılması veya halkasının genişlemesi, sosyolojik bir seyir. Bu seyir içinde ve biraz da siyasi iktidar üzerinden zenginleşenlerin, muhafazakâr kılık kıyafet içinde olması, halkın iktidara geldiği anlamına falan gelmez, ancak sıradan muhafazakâr vatandaş özdeşleşme ilişkisi içinde bunu böyle algılar veya algılanması sağlanır. Bu ayrı bir konu, biz yine merkez sağın genel seyrine dönelim.
Toptan çöküşün nedenleri
90'lı yılların ortasından itibaren merkez sağ, iki partiye ayrışıp, bir süre birbiriyle didiştikten sonra, malum toptan çöktü. Bu çöküşü çok boyutlu biçimde çözümlemek mümkündür. İlk göze çarpan, yolsuzluk, yozlaşma gibi güven krizi olsa da, içten içe ideolojik krizin yarattığı erozyonu dikkate almak gerekir. Doksanlı yıllardan itibaren, ekonomik liberal politiklarla geniş seçmen kitlesini buluşturan ideolojik söylemler denklemi yıpranmış, bu alanda boşluk oluşmuştu. Bu boşluğu, seksenli yıllardan beri yükselen ve yükselirken seyir değiştiren İslamcılık doldurdu. 28 Şubat müdahalesi ile, önce Refah Partisi, sonra Fazilet Partisi'nin kapatılması ve eski Milli Görüş kadrosunun tasfiye olması, ekonomik liberalizmle barışan İslamcılığın özellikle genç kadroları için bulunmaz bir fırsat oldu. AKP'nin merkez sağ parti olarak sahneye çıkmasının hikâyesi kısaca budur.
DP ile başlayan çizgi
AKP çizgisi, gerçekten de DP ile başlayan çizginin devamıdır. DP'nin demokrasi anlayışı, iktidarın, CHP gibi topluma yabancılaşmış bir kadronun elinden alınması ve 'halkın gerçek temsilcilerine' devredilmesi ve bunun oy çoğunluğunun sağlanmasından ibarettir. Bu çizgi AKP'ye kadar fazla değişmeden devam etti. DP çizgisi, Cumhuriyet devrimine küskünlük üzerinden kurulan bir zihni arkaplan üzerinde yükseliyordu, merkez sağda bu zinhi arkaplan da aynen devam etmiştir. DP çizgisi, Soğuk Savaş'ın başlangıcından itibaren sol siyasetlere karşı, liberal siyasetlerin yürütücüsü olmuştur, bu çizgide de değişim olduğundan söz etmek mümkün değildir. Diğer taraftan, DP'den başlayarak muhafazakâr itiraz, modernleşmeye karşı değil, sadece Batılı-laik hayat tarzına direnme iddiasındadır. Ancak, sadece modernleşmeci değil, Batılı hayat tarzını bazen kendini meşrulaştırma aracı olarak ama daha ziyade, içten içe farklı biçimde de olsa benimser. Dizinin fotoğraflarının bazısını seçerken bu izleği düşündüm. Son fotoğraflarımıza da, bir daha göz atın istiyorum. 40 yıl ara ile aynı hatta tutunmaya çalışan iki genç siyasetçi. Merkez sağın, aslında, 'Yeter söz milletin, size söyleyecekleri var' demediği, 'Yeter söz artık milletin, aralarından bazıları sizlerin arasına karışmak istiyor, yer açın' demeye çalıştığının, en iyi göstergesi değil mi? (BİTTİ)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder