2 Temmuz 2012 Pazartesi

DP’NİN SORUNLARI VE TARİHİ SORUMLULUKLARI

30 Nisan 2012 Pazartesi

D(y)P'ye uyarı ve armağan!..

DEMOKRAT PARTİ’NİN SORUNLARI
VE TARİHİ SORUMLULUKLARI
Mustafa Nevruz SINACI
            7 Ocak 1946’da kurulan, 14 Mayıs 1950 “Beyaz İhtilâl ve Milli Demokrasi Bayramı” ile muktedir olarak; Necip Türk Milleti tarafından “bütün engel, hile ve hain tuzaklara rağmen” devlet idaresine millet iradesini taşıdığı için; 27 Mayıs 1960 günü kanlı, kalleş ve hain bir tertiple arkadan vurularak, hiddetle ve şeametle iktidarı gasp ve irtikap edilen, tarihi ve kadim Demokrat Parti; 52 yıldır zımnen iktidar, hükümet ve hikmetin gerçek hak sahibidir.
            Bu tarihi, hakiki ve fiili duruma rağmen; günümüzde adeta bir şov, örtülü şaibe simsarlığı ve furyaya dönüşmüş “sözde darbe, cunta ve sultaların sorgulanıp, yargılanması” sürecinde henüz 27 Mayıs gündeme bile gelmemiştir. Oysa 27 Mayıs, darbelerin anası, yarım asırdır artarak sürüp gelen anarşi, terör-tedhiş, yolsuzluk, yalan-talan, soygun ve vurgunun ağa babasıdır. Bu hıyanet, hain suç ve şeamet sorgulanmadan, yargılanmadan ve maşeri vicdan müsterih kılınmadan; Vaki ve kain bilumum sorgulama ve yargılamalar sonuçsuz kalmaya mahkumdur.    
            Ancak, bu süreci başlatmakla sorumlu, mağdur ve müdahil D(y)P suskun, pasif, korkak; Adeta onursuz ve sorumsuz bir haldedir. Halbuki, şu an için terkip ettiği DP+AP+DYP+ANAP = Demokrat Parti sentezinde mutlak mes’uliyet vardır. Zira bahusus dört “gelenek” partisini toplam hükümet dönemi 30 yılı mücavir olup; Bunun farkında, fevkinde ve idrakinde olmayan öz’de değil, sözde DP’liler mutlaka cahil, gafil, aptal ve yahut siyaset simsarı, misyon taciridir.             
BİLMEYENLER İÇİN BİLDİREYİM:
Yeniden açıldıktan sonra, pek çok badire, dahili-harici müdahale, darp, vesayet, cunta ve sulta kıskacına rağmen ruhlanan, istikamet tutturan tarihi, hakiki ve kadim DP’nin 19. sıra sayılı (pazara düşürülmeden önceki) son 10.uncu olağanüstü Büyük Kongresi 08 Mayıs 2005 tarihinde, Ankara,  Balgat Ziyabey Caddesindeki Genel Merkez salonunda ifa ve icra edildi. Pazarlamacı ve peşkeşçi ‘siyaset simsarı-misyon taciri’ sözde başkan Yaşar Aydın ve Ömer Yıldırım; alıcı ANAP adına simsar Erkan Mumcu ile şeriki Mehmet Ağar!..
            Yani, Demokrat Parti’nin DYP tarafından gasp ve ANAP tarafından ikinci kez, (hukuk ve ahlâka) aykırı pazarlanmasını müteakip aldığı (bize göre D(y)P olduğu) ad ile vaki ilk olağanüstü kongre: 11., sonraki dönem ilk olağan kongre ise: 10. olmak zorundadır. Çünkü son olağan DP kongresinin sıra sayısı 9’dur. 25 Kasım 2001’de yapılmış olup; Truva atlarının dahliyle İ. Melih Gökçek’e kapıların açıldığı meş’um kongrenin divan başkanı ise arkadaş Musa Çomoğlu’dur.
            Lâkin bakın şu samimiyetsizliğe ki; Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar şürekası ile başlayan süreçte silsile-i meratibe asla uyulmamış; Orijinal Tüzük ve Program çöpe atılmış, 46 ruh, dava ve misyonunun ilzamı olan “başparmağı açık ‘Yeter!.. Söz Milletindir..anlamına gelen’ Sağ El” amblem olmaktan çıkartılmıştır. Vakıa, tarihi ve kadim Demokrat Parti şimdi işgal, intihal, gasp ve tasallut altındadır. Hakiki, samimi mensupları cebren ve hile ile kapı dışarı edilmiştir. Partinin manevi şahsiyeti, değer ve potansiyeli sömürülmekte, tarihi dava istismar edilmektedir.      
DİKKAT ETMEK, SAMİMİ VE SADIK OLMAK GEREK!..
            Demokrat Parti; 1923 kurucu Cumhuriyet, Türk İnkılâbı ve Atatürk İlkeleri’nin en hakiki siyasi mabedi; TBMM’nin mana ve misyonu anlamına gelen ve varlık nedeni: “millet iradesinin, devlet idaresinde ‘kayıtsız – şartsız’ hâkimiyet” ideali; Kadim DP’nin vücut bulma sebebidir. DP bizatihi gelenek, siyasette faziletin gerçek yolu, adı, ayinesi, izi ve çizgisidir. Bunu idrakten azade olanlar asla Demokrat Partili olamazlar… 
          DAHASI VAR!..
            Demokrat Parti, Atatürk’ün 1936 -1937 programını hayat vermiştir. Başarıları Atatürk’ün zamanı ile eştir. Her iki dönem de Türkiye, tüm dünyayı şaşırtan muazzam başarılara imza atmış, sürekli ilerlemiş; Demokrasi, eşitlik-adalet ve hukukta çağdaş medeniyet düzeyini aşmış; Sanayi-ticaret, bilim-teknoloji, endüstri ve milli kalkınmada çok büyük merhaleler kat etmiştir.
Atatürk ve Menderes zamanları, Türkiye’nin Asr-ı Saadet dönemleridir.  
Türkiye, O’nların zamanında dünya devletleri arasında ileri ve üstün yerlerdedir.
            Oysa Atatürk’ün aramızdan ayrıldığı 1938 ve 27 Mayıs kalkışmasının vuku bulduğu 1960’dan sonra; Türk Milleti ve Cumhuriyetin birikimleri kısa sürede, onursuzca, hovardaca ve sorumsuzca peşkeş çekilmiş;. Adalet, hukuk ve ahlâka aykırı olarak hunharca harcanmış; çok kısa bir sürede ülkemiz ile dönem itibarıyla kısmen refahı yakalamış halkımız, tekrar fakirlik, yokluk, yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk ve pahalılığın pençesine atılmıştır.      
           SEBEBİ VAR!...
            Bunun başta gelen sebebi: Demokrat Parti’nin yokluğu ve Demokrat Partililerin namuslu, dürüst, onurlu ve sorumlu, demokrat vatandaşlardan mürekkep olması nedeniyle (1946 -50) tam bir azim, irade, fazilet ve kararlılıkla yürüttükleri; Milli değer ve devletin ilkelerine sahip çıkma anlamı taşıyan fazilet mücadelesidir. Birinci Cumhuriyet dönemi nasıl ak ve berrak ise Demokrat Parti dönemi de, aynı şekilde billur gibi parlak, şeffaf ve temizdir.
Kaldı ki; Tarihi ve kadim Demokrat Parti, demokrasi uğruna şehit vermiş; Millete halel gelmesin, vatandaş helâk olmasın, memleket tarumar edilmesin diye kerhen rıza gösterdiği isyan ve mel’un isyancılar tarafından organize çadır tiyatrolarında bile hesap vermekten kaçınmamıştır. Her ne kadar bu rezilliğe duçar oldu iseler de; 1960 sonrası kamu meclisince aklanmış ve iade-i itibara mazhar olmuşlardır. O’nların mâşeri vicdandaki müstesna yerleri, aziz hatıraları, eser ve hizmetleri ise, ebediyen hürmetle, şükran ve muhabbetle anılacak kadar eşsizdir.
Başta Aziz Atatürk olmak üzere, hepsinin mübarek ve muazzez ruhları şâd olsun…         
            BU NEDENLE!..
            Eğer memlekette hırsızlık, yolsuzluk, terör-tedhiş, işsizlik ve pahalılık varsa; Hükümetler ülkeyi bir vergi/sömürü cehennemi ve suçlu cenneti haline getirebilmişlerse: Orada, 1923 – 1938 dönemi kadim Halk Partili ve hakiki Demokrat Partili (namuslu, dürüst, demokrat, ilkeli, onurlu ve sorumlu vatandaş) yok veya kalmamış, kökleri kurutulmuş ve bitirilmiş demektir. Özellikle ve bihassa; Her kim olursa olsun, “gelenek” çizgisinde yer alan Demokrat Parti’de görev almışsa ve “Demokrat Parti” çizgisinden bir siyasi-hukuki teşekkül varsa!..
Mezkür, müesses ve 
munzam Demokrat Parti:  
Tarihi, kadim Demokrat Parti’nin bütün değer, esas ve ilkelerini yaşatmanın yanı sıra:  
            1. Her kademe ve her derece teşkilâtında bir “izleme komitesi” ve genel merkezde “gölge kabine” kurmak, icraatı saniyen takip etmek; Zuhuru halinde bütün haksızlık, yalan-talan, görevi kötüye kullanma, yolsuzluk, kanunsuzluk, ihmal ve suiistimalleri Cumhuriyet Savcılıkları, Yargı ve halka taşımak;, Özenle takip etmek, sonuçlandırmak, milletin ve devletin namusunu, mülkünü, tapusunu, Cumhuriyetin eser, birikim ve hizmetlerini korumak, kollamak;...  
            2. Sadece yaşayan “malûl ve maznun” prostatlı insan müsveddelerini değil; Bütün sebep- sonuç ilişkisi içinde yol açtığı felâketler, maddi-manevi zararlar dâhil olmak üzere 27 Mayıs’ın tüm ayrıntılarıyla sorgulanması, Kamu Vicdanı, Yüce Türk Mahkemeleri, Hak ve Adalet önünde yargılanmasını sağlamak; Cebren ve hile ile gasp ve irtikap edilmiş iktidarını geri almak;..
            3. Velev ki, Türk Milleti’nin maruz, duçar ve muhatap kaldığı işsizlik, yolsuzluk, haksız ve hukuksuz muamelât; Hakkaniyet ve adalet sınırlarını aşan vergi; Haddini, hududunu tecavüz eden “hayati mal ve hizmet” fiyatları; Devlet, siyaset ve matbuat ricalinin haksız gasp, irtikap ve istimalini;, Milli ve milletlerarası siyasette (varsa) vaki onursuzluk, sorumsuzluk, milli değerleme ve mütekabiliyete aykırılıkların tespiti, teyakkuzla takibi ve millet lehine tertibi;
            4. Demokrat Parti için ‘TBMM içi’ veya ‘TBMM dışı’ diye bir mefhum tanımamak;. Her ahval ve şeraitte sadece millet için var olmak, bizatihi millet olmak;, Varlığında asla ve kesinlikle sulta-cunta, emanet-vesayet gibi insanlık dışı, alçakça, haince, şerefsizce oluşum, iddia, ilzam ve despotluk-diktatörlük, şeflik, liderlik gibi hafifmeşrepliklere asla müsaade etmemek; Vicdanı hür, irfanı hür, özgür bilim ve adalet şiarından asla taviz vermemek;
            5. Ve nihayet, (6 Mayıs 2012 tarihli Kongrede) meşum Truva atı’nı ebediyen defederek; Yeter!.. Söz Milletindir.” anlamına gelen “başparmağı açık sağ el” i baştan beri olması gereken yere yükselterek, büyük Türk Milleti’ne “Baba Ocağına dön” ve aslına rücu et daveti çıkarmak.
            6. Nihayet; Yeter Söz Milletindir!...Diyerek, “tek ve yegâne muhalefet partisi” sıfatını üstlenip, siyasette fazilet mücadelesine başlamak; Derhal bir gölge kabine kurup “Türk Milleti Adına” hükümetin bütün icraat ve faaliyetlerini takip etmek” zorunda ve durumundadır.
            7. Aksi takdirde malum ve mahut D(y)P sıfatını haiz marjinal at, insanlık dışı eşgüdüm ve tamah ile malul, aciz ve mukallit, şahsiyetsiz siyasi mevta durumuna düşecektir.. 
            "Evet, YETER!... SÖZ MİLLETİNDİR.." Biline!.       

DP'den bu güne "Merkez Sağ"ın tarihi

DP'den Bu Güne 

Merkez Sağın Tarihi

Cumhuriyet idaresi, toplumdan, onun değerlerinden yabancılaşmış, bir siyasi projeyi tepeden topluma dayatan bir seçkinler idaresi olarak görüldü. Çokpartili hayata geçişle birlikte Demokrat Parti, toplumu fazla üzerine gitmeden modernleştirme fikrine dayalı bir siyasi temsil zemini belirledi
BAŞLARKEN
Türkiye erken seçim sürecinde 'sağ'ı ve 'sol'u yeniden tartışmaya başladı. Bu iki kavram uzun bir süredir önüne 'merkez' nitelemesi konularak telaffuz ediliyor. Siyasiler kendisini 'merkez sağ' olarak tanımlarken, koyu milliyetçilik ve dindar muhafazakârlığı temsil eden siyasi oluşumlarla arasına mesafe koymak istiyor. Peki merkez sağ ile söz konusu uç siyasi akımlar arasında ne tür örtüşme ve ayrışma alanlarından söz edilebilir? Türkiye'de merkez sağ siyaset denilince ilk akla gelen DP, AP, Anavatan ve DYP hangi süreç içinde bu güne ulaştı? Kurucu kadrolarının önemli birbölümü Milli Görüş kökenli olan Adalet ve Kalkınma Partisi, geldiği nokta ve ortaya koyduğu siyasi anlayış itibarıyla ne kadar merkez sağın içinde ya da dışında?
Erken seçim atmosferinde siyasi tartışmalar iyiden iyiye kızışmış ve politaka sahnesinin önde gelen aktörleri, soldan olsun sağdan olsun, kendini merkezde tanımlama gayretine girmişken Türkiye'de sağın tarihine bakmakta fayda var. Rejimin kurucu partisi CHP'nin içinden çıkan kadroların kurduğu Demokrat Parti, Türkiye'de sağ siyasetin de miladı kabul edilir. Demokrat Parti'nin 47 yıl aradan sonra, üstelik 'merkez sağı birleştirmek' gibi iddialı bir misyonla yeniden Türk siyasal hayatına girdiği seçim sürecinde, yakın tarihten çıkarılacak epey ders var.

Yedi yıl önce Radikal'e yazmaya başladığımda ilk yazım da merkez sağ ile ilgiliydi. 90'lı yılların sonlarına geldiğimizde Türkiye'de hararetli bir merkez sağ tartışması başlamıştı. Aslında, o da değil, merkez sağda meselesinin kafaları kurcalamaya başlaması, sağ siyaset cenahında Refah Partisi'nin, dolayısıyla İslamcılığın yükselişi ile başlar. Bunu, merkez sağın kendini, İslamcılığın uzağında bir yerde tanımlama gayreti çerçevesinde anlayabiliriz. Şimdilerde, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) dışında merkez sağda yer bulma çabası da aynı gayretin devamı değil mi?
Peki, şimdilerde merkez sağı AKP dışında bir yerde ihya etmeye gayret edenlerin iddia ettikleri gibi, merkez sağ başından beri bügün AKP'nin bulunduğu yerden çok uzakta bir yerde mi kurulmuştu?
Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), Anavatan Partisi (ANAP), Doğru Yol Partisi (DYP) çizgisi hangi süreç içinde bugüne geldi? AKP'yi bu sürecin dışında tanımlamak ne kadar doğru? Merkez sağ gelenek ile koyu milliyetçilik ve dindar muhafazakârlığı temsil eden sağ partiler arasındaki örtüşme ve ayrışma alanları ne ve ne kadar?
Merkez sağı, her şeye sıfırdan başlayıp, siyaset bilimi jargonu içinde kodlamaya çalışarak izah etmeye çalışmak imkânsız. O nedenle, gelin merkez sağın serüvenini anlayabilmek için biraz hafıza tazeleyelim. Kim ne diyor, ne demek istiyor, daha iyi anlarız.
İki ana siyasi akım
Şimdilerde, siyasi hizalanma, Cumhuriyet tarihinin iki ana siyasi akımı çerçevesinde tanımlanmaya çalışılıyor. Tartışmanın, temel ekseni, 'devlet'in, 'resmi ideoloji'nin; temsilcisi, Cumhuriyetçi CHP geleneği ve 'millet'in, 'sivil siyaset'in demokrasinin temsilcisi Demokrat Parti, yani merkez sağ geleneği gibi gözüküyor. Durum kısaca böyle özetlenebilir. Zira, Cumhuriyet devrim niteliğinde bir siyasi dönüşümdür, dahası, her devrim gibi, bu devrimin ideolojisini temsil eden otoriter bir tek parti yönetimiyle tahkim edilmiştir. Bu arada, Cumhuriyet devrimi, sadece siyasal bir büyük dönüşüm değil, oldukça radikal bir 'kültür devrimi' ile birlikte yaşanmıştır. Bu kültür devrimi, topyekûn Batılılaşma ve sekülerleşmeyi öngörüyordu. Nitekim, temel sorun burada başladı. Aslında Tanzimat ile, yani 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan Batılılaşma eğiliminin kök saldığı şehirli üst, orta sınıflar dışında kalan toplumun geniş kesimleri, bu kültür devrimine başından itibaren soğuk baktılar, uzak kaldılar. Ve aslında uzak kaldıkları için soğuk baktılar. Zaman içinde, uzak, dışarıda kaldıkları için soğuk baktıkları iddiasının yerine, soğuk baktıkları, yani milli-manevi değerlerine sahip çıktıkları için soğuk baktıkları iddiası yaygınlaştı; en azından sağ siyasetler bu teze sahip çıktılar.
Toplumun değerleri ve Cumhuriyet
Cumhuriyet idaresi, toplumdan, onun değerlerinden yabancılaşmış, bir siyasi projeyi tepeden topluma dayatan bir seçkinler idaresi olarak görüldü. Takdir edersiniz ki, toplumun değerlerinden kastedilen büyük ölçüde dini değerler ve sembollerdi. Peki, bu toplumun zengini, fakiri, şehirlisi, köylüsü, işçisi, esnafı, kadını, erkeği yok muydu? Onların birbirine karşı durumu neydi? Bu önemli değildi, Cumhuriyet devrimi, toplumu, 'imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir zümre' olarak tarif ediyordu. Bir ulus yaratmak için böylesine bir tarif gerekiyordu. Bu devrime ve daha ziyade onun kültür devrimine itirazı olanlar da pozisyonlarını bu şekilde belirlediler. Onlara göre de, toplum 'kaynaşmış bir kitle' idi ve de böyle olması gerekiyordu. Sorun, bu 'kitle'nin kim ve ne olduğu veya ne olacağıydı. Cumhuriyetçi gelenek bu kitleyi dönüştürmeyi hedefliyordu, bu kitle modern, Batılı alabildiğine Batılı görünümlü ve seküle olacaktı. Buna itiraz edenlerin de modernlikle bir sorunu yoktu. Tanzimat'tan beri, muhafazakâr söylemler (hatta birçok durumda muhafazakâr olmayanlar) Batı'nın teknolojisini, bilimini benimsemek gerektiğini, ama manevi değer ve sembollerin koruması gerektiğini söylüyorlardı.
Çokpartili hayata geçiş
Çokpartili hayata geçişle birlikte, Demokrat Parti de, Cumhuriyetçi devrimin kökten ve kültürel değişimi öngören projesine karşı, toplumu fazla üzerine gitmeden modernleştirme fikrine dayalı olarak, siyasi temsil zeminini belirledi.
Dönemin önemli gazetecilerinden biri olan Emin Karakuş, 1954 seçim gezisinde Menderes'i izleyen grubun içindeymiş. Otomobilin içinde, Demokrat Parti konusunda diğer gazetecilerle hararetli biçimde sohbet ederken şoför lafa karışmış, "Bey" demiş, "Dikkat ettim sen bizim partinin aleyhinde konuşuyorsun." Karakuş, "Söylediklerim yalan mı?" diye sormuş. Bunun üzerine, şoför, "Doğru söylüyorsun, ama değil mi ki, bu parti bize 'Allahuekber' dedirtmiş, minarelerimizde bize duyurmuştur, bu bize yeter."(40 Yıllık Bir Gazeteci Gözüyle İşte Ankara, Hürriyet Yayınları, 1977, 167)
Merkez sağ ittifakın temel stratejisi
Malum, tek parti döneminde ezan Türkçeleştirilmiş ve ancak DP iktidarında tekrar Arapça okunmasına izin verilmişti. Şoförün bahsettiği olay budur. Aslında, merkez sağ siyasetin kısa tarihi de biraz budur. Geniş kitlelerin inanç, değer ve hayat tarzının siyasi temsili, liberal ekonomik politikalar ve bunlar üzerinden yürüyen bir modernleşmeyle harmanlanmış, yola böyle çıkılmış, bu yol büyük ölçüde aynı ekibin yeni koşullara uyarlanması ile devam etmiştir. Merkez sağ çatısı altında karşımıza çıkan, ilk bakışta tuhaf gibi görünen ideolojik ve toplumsal ittifakların arkasında, bu temel strateji vardır.
DP'nin misyonu
CHP'nin Ankara Valisi Tandoğan'a atfedilen 'Memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz' sözü ünlüdür. 'Yeter, söz milletin' sloganıyla yola çıkan Demokrat Parti de biraz 'Memlekete demokrasi gelecekse onu da biz getiririz' türünden bir arka plana dayanıyordu
CHP'nin meşhur Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'a atfedilen 'Memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz' sözü ünlüdür. Ve fakat, 'Yeter, söz milletin!' sloganıyla yola çıkan Demokrat Parti hareketi de, aslında biraz, 'Memlekete demokrasi gelecekse onu da biz getiririz' türünden bir arka plana dayanıyordu. Bunu, Demokrat Parti çizgisine olumsuzluk atfetmek için değil, o dönemin kaçınılmaz biçimde tezahür eden seçkinci siyaset atmosferini hatırlatmak için söylüyorum. Demokrat Parti hareketi, demokrasi kavramıyla tanışık olmayan bir toplumu, tek parti çizgisinin ötesinde demokratik siyasetle tanıştırma misyonuyla yola çıkmıştı. Bu açıdan, partinin lider kadrosu ile toplumsal tabanı arasında kaçınılmaz ancak ciddi bir farklılık vardı.
DP kadrosu CHP içinden çıktı
Malum, Demokrat Parti lider kadrosu, CHP içinden çıkmıştır. Başka nereden çıkacaktı, diyebilirsiniz. Ancak, sıradan bir parti mensubiyetinden bahsetmiyorum, daha ciddi bir ortak zeminden söz ediyorum. Bu ortak zeminde, ilk göze çarpan, toplumsal tabanını büyük ölçüde Cumhuriyet'in kültür devrimine itirazın oluşturduğu bu oluşumun öncülerinin, aslında fazlasıyla, hayat tarzları ve zihniyetleri itibarıyla bu kültür devriminin de taşıyıcıları olmasıydı. Daha önemlisi, DP lider kadrosu, Cumhuriyet'e karşı oluşan muhafazakâr tepkiyi siyaseten temsil etmeyi benimsemekle birlikte, bu siyasi temsili Cumhuriyet kurumları çerçevesinde modern demokratik mücadele çerçevesinde görmüşlerdir. Tam da bu nedenle, Cumhuriyet'e itirazı bu çerçevenin dışında bir mücadeleye taşımak isteyenlerce; Menderes, 'Darağacına gidişin dahi baş sorumlusu kendisidir' şeklinde suçlanmıştır (Necip Fazıl Kısakürek, Benim Gözümde Menderes, Büyük Doğu Yayınları, 1993, 380).
Kısakürek'in eleştirisi
Sonradan sağ siyaset yelpazesinde geniş bir çevrenin, zihniyet dünyasında çok önemli yer teşkil eden Necip Fazıl, 'zıtlarını kökünden tasfiye edecek' bir siyaseti öngördüğü için Menderes ve Demokrat Parti deneyimini alabildiğine eleştirmiştir. Necip Fazıl, 1960 ihtilalini öncesinde vuku bulan ve göstericilere ateş açılması sonucu birinin ölümüyle sonuçlanan olaya ilişkin olarak, "Hükümet kuvvetlerine karşı fiille karşı duran Halk Partisi sevk ve idaresindeki sözde gençlik yığınlarından bir buçuk ölü yerine 150 ölü verdirilseydi ortada bir hükümet bulunduğu anlaşılır ve hiçbir şey olmazdı" diyordu. (428)
Ilımlı muhafazakârlık
Nitekim, DP karşıtı gençliğe karşı bir gençlik hareketi örgütleme gibi düşünceler karşısında, Celal Bayar'ın 'Onların Halk Partisi'ne aleyhtar oldukları noktalarda ben Halk Partisi ile beraberim!' sözü de eleştirilere hedef olmuştur. Oysa, Demokrat Partili liderler, gerçekten de, ılımlı bir muhafazakârlığı savunuyor, bunun ötesine geçişi 'tehlikeli' buluyorlardı. Adnan Menderes, Meclis'te, 'Ümmet hayatından yeni çıkmış ve taasup hislerinin kötü maksatla tahriki yolundan türlü tehlikelere maruz bırakılmış bir memleket olduğumuzu unutmamalıyız' (302) türünden birçok konuşma yapmıştır. Buna karşın, sağ milliyetçilik ve dindar muhafazakârlık, daha sonra çeşitli istikametler almak üzere, DP iktidarının yarattığı Cumhuriyet geleneğine 'itiraz' atmosferinde mayalanmıştır.
Demokrat Parti'den başlayarak, merkez sağ siyaset hep bu kıskaç altında yoluna devam etmek durumunda kalmıştır. Bir yanda, İkinci Dünya Savaşı sonrası daha yakınlaştığımız ABD'nin özellikle teşvik ettiği liberal ekonomi politikları, bu ekonomik politikları destekleyecek bir kitle tabanı bulma gayreti içinde, diğer yandan muhafazakâr oyları teminat altına alacak milliyetçi-muhafazakâr söylemler, politikalar.
'Büyük Doğu'ya örtülü destek
Necip Fazıl'ın 'Büyük Doğu' dergisinin örtülü ödenekten desteklenmesi bu kabilden bir siyasetin tezahürüdür. Necip Fazıl, bu desteği hiçbir zaman 'yeterli' bulmamış, 'Sadece birtakım örtülü ödenek tesellileri' diye şikâyet etmiştir. (363)
Bu arada, tabii, Soğuk Savaş döneminin Türkiye'ye yansımalarının yarattığı havayı da dikkate almak gerekir. Artık, tek mesele, Cumhuriyet Halk Partisi'nin temsil ettiği Batıcı, fazlasıyla laik, fazlasıyla Batıcı ve dolayısıyla topluma yabancılaşmış bir kültürel devrim ve onun siyasi dayatmacılığı ötesinde, ABD'nin ilan ettiği dünya çapında 'kömünizmle mücadele', Türkiye'deki politik ayrışma hattında yerini merkez sağ cenahta bulmuştur. Böylece dindarlık, muhafazakârlık, milliyetçilik, komünizmle mücadelenin açılımları haline gelmiştir.
Ali Fuad Başgil'in yaklaşımı
Demokrat Parti döneminin ünlü fikir adamlarından Ali Fuad Başgil, komünizmle mücadelede dinin rolünü şöyle özetliyordu: "... Neye onun var da benim yok diye sorması, işte komünizmin anası budur. Din bu sualin cevabını verir ve dindar bu cevabı bilir ve içi rahat eder..."
"Türkiye gibi nüfusunun yüzde 85'i çiftçi ve işçi olan ve en az yüzde 65'i okuyup yazma bilmeyen bir memlekette asırlar içinde yerleşmiş din ve maneviyat bağlarının birdenbire kopmasındaki tehlikeyi göstermek milli ve tarihi bir vazifedir", işte bu yüzden, insanlığın selameti maddeci ve inkârcı pozitivizmin 'Eğer Tanrı varsa onu yok etmelidir' formülünde değil, fakat 'Eğer Tanrı yoksa onu var etmeli' hakikatindedir. (Din ve Laiklik, 1954, 201, 269)
27 Mayıs ve Adalet Partisi
AP hareketinde hiç değilse liderlik kadrosu açısından 'söz daha fazla milletin' olmuştur. Artık lider Cumhuriyet elitinden biri değil, bir köylü çocuğudur
DP'nin bakanlarından ve fikir adamlarından Samet Ağaoğlu, "Adalet Partisi'nin halk hareketi niteliğini taşıyan yanı, başı koparılmış eski Demokrat Parti teşkilatının her şeye rağmen canlılığını muhafaza ederek bu partiye geçmiş olmasıdır" diyor. (Demokrat Parti'nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, 1972, 9) Gerçekten de, 1960 darbesinin yarattığı savrulma, kısa zamanda atlatılmış ve AP, DP'nin istikametinde yola koyulmuş bir partidir. Bu arada, darbe sonrasında, darbenin yapıldığı partinin izinden gitmek üzere kurulmuş AP'nin, o koşullarda, darbeyi tartışma konusu yapmak bir yana, ona sahip çıkıp, milli bir hususiyet atfetmek yolunu tutmuş olduğunu hatırlatmak isterim.
Demirel, 1966'da 5 Haziran Kısmi Senato Seçimi öncesi yaptığı konuşmada, "(CHP) kendi siyasi maksatları uğruna, 27 Mayıs'ı bölücü bir hareket niteliğine getiriyor. 27 Mayıs'ı hiçbir şahsa, hiçbir zümreye, hiçbir sınıfa karşı olmayan birleştirici bir hareket olarak kabul etmek gerekir" demişti. (AP Genel Merkez Yayınları-28, 37)
Merkez sağın sembolik dengesi
Diğer taraftan, darbe sonrasında siyasetten büyük ölçüde tasfiye olan DP elit kadrosunun bıraktığı yerde, AP hareketinde, hiç değilse, liderlik kadrosu açısından 'söz daha fazla milletin' olmuştur. Bu süreçte, merkez sağda lider artık Cumhuriyet elitinin içinden biri değil, mühendislik eğitimi yaparak sivrilmiş bir köylü çocuğu Süleyman Demirel'dir. Ancak, eşi 60'lı yılların modern Batılı tarzda giyinen bir köylü çocuğu. Merkez sağın, sembolik dengesi bu resim çerçevesinde özetlenmiş gibidir.
Yine, Samet Ağaoğlu, DP hareketini değerlendirirken, 1960 darbesinden çok sonra, bir köylü kadının DP'nin doğuşuna ilişkin ifadesini nakleder, kadın "Köyümüz sessiz bir yerdi. Gelen yok, giden yok. Birdenbire insanlar çoğaldı etrafımızda. Herkes konuşur, söyleşir oldu. Şehirlere karışmak hevesi uyandı içimizde" demiş (8). İşte, Demirel de, bu sürecin sembolik bir göstergesi gibiydi.
'Köylüsün sen köylü kal' mesajı
AP hareketine eleştirel bakan biri için olay; "...fakir memlekette böyle üç-beş yıl içinde milyonlar kazanmanın yolunu keşfetmiş zekâlara karşı duyulan hayranlık Demirel'i birdenbire ön plana çıkardı" şeklindeydi (Fikret Şahoğlu, AP'nin İçyüzü, 1965, 75). Oysa, milyonlar kazanmak bir yana, geniş halk kitleleri için kendilerine benzer birinin yükselmesi, 'şehirlere karışmak hevesi'nin uyanışının devamıydı. CHP bu kitleye uzaktı. Köy Enstitüleri projesi sandıkları gibi, bu hevese çare değildi, tam tersine, bu insanlar için, 'köylüsün sen köylü kal' mesajı veriyordu. AP milletvekili de olan yazar Osman Turan, "Köye medeniyet götüreceğini sandıkları gençleri bile küçük zenaatlarla, rençberlikle meşgul ederek, hem kültürden mahrum bırakmışlar, hem de onları toprağa bağlayarak şahsi gelişme ve yükselmelerine engel olmuşlardır" diyordu. (Vatanda Gurbet, Nakışlar Yayınevi, 1980, 39)
Bu koşullar altında, köylü kimliği ötesinde Demirel'in, kalkınmacı ekonomik politikları ve söylemi, soldan bakanların bir türlü anlamak istememesine karşın, şehirlere karışmak hevesi ile örtüşüyordu.
Merkez sağın zihinsel arka planı
Yine de, kalkınmacı söylem ve ekonomik liberalizmin, siyasal liberalizmle buluşacağı bir toplumsal-düşünsel ortam söz konusu değildi. Bu koşullar altında, merkez sağın zihinsel arka planı ve duygu haritası, tek parti dönemine tepki olarak dışavuran itiraz, aslında, Cumhuriyet devrimine karşı mesafeli bir yerde belirleniyordu. Böylece, Cumhuriyet'in seküler ulusal kimliğine uzak durulan yerde, ulusal kimliği dinsel ve tarihsel motiflerle tamamlayan sağ milliyetçilik ve dinsel kimliği daha öne çıkaran dindar muhafazakârlık damarları gelişti. Altmışlı yıllardan başlayarak, bu damarların merkez sağın dışına taştığı, partileşme (MÇP-MHP ve MNP-MSP) süreci yaşandı. Bu siyaset damarlarını ayrıca irdelemek gerekir. Bu çerçevede, sadece, bu damarların, her zaman merkez sağ siyasetlerin çatısı altında liberal damarla birlikte varolduğunu hatırlatmakta fayda var. Nitekim, 70'lerde kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerinde, bu bir aradalık, ayrıca gerektiğinde partiler arası koalisyon olarak tezahür etmişti.
Dahası, bu ayrışma ve örtüşme meselesi, sağ partiler arasında polemik konusu olabiliyordu. MSP yanlısı bir yayınevinin, bu partinin dini istismar ettiği iddialarına karşılık olarak, içinde AP amblemi basılı Kuran dağıtması, asıl bu partinin dini istismar ettiği şeklinde, karşı kanıt olarak gösteriliyordu.
'Milliyetçilik aleyhine dava'
Liberal ekonomik siyasetlerin, toplumsal tabandan yoksun olması, merkez sağı, sıklıkla koyu milliyetçi ve dindar muhafazakâr söylemlere dayanmak durumunda bırakmıştır.
29/6/1973 tarihli ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu'nun, 'öğrencilerin örf ve âdetlerine bağlı milliyetçi kişiler olarak yetiştirilmesini' öngören maddesini eğitim ve öğretim hizmetlerinin tarifi açısından Anayasa'ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali için Anayasa Mahkemesi'nde dava açtığında, Demirel bunu 'CHP milliyetçilik aleyhine dava açtı' diye nitelendirmişti. (TBMM, 1976 Bütçe Konuşması). Aynı konuşmada, 'Komünizmin Türkiye'yi kurulduğundan beri tehdit ettiğini' vurgulamış', 'komünizmle mücadele'ye devam etme kararlılığını tekrarlamıştır. Zira, yine hatırlamakta fayda var ki, bu dönem sağ siyasetlerin tümünü aynı çatı altında birleştiren, örtüşme alanı, Soğuk Savaş döneminin 'komünizmle mücadele' misyonudur. Demirel'in, ünlü olan 'Bana milliyetçiler adam öldüyor dedirtemezsiniz' sözü bu ortamda söylenmişti.
12 Eylül ve ANAP
ANAP'ın politik söylemi, seksen öncesi 'anarşi' ortamı korkusu üzerine kurulmuş idi. Ve 12 Eylül'ün temelini attığı ekonomik liberalleşme ve bunlar adına sosyal hakların kısıtlanması söz konusuydu
Merkez sağ dediğimiz siyaset alanında geçmişten bugüne hızlı bir hafıza tazelemesi yapmakta fayda var diye giriştiğim bu yazı dizisi vesilesiyle, arşivlere göz attığımda hafıza tazeleme işinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördüm. Sabah akşam bu işlerle uğraştığım, hatta üzerine akademik makale yazdığım konularda ben bile, altını çizdiğim, dosyaladığım konuları zaman içinde unutmuşum. Oysa, kimsenin veya bir siyasi çevrenin kirli çamaşırlarını gündeme getirmek açısından değil, Türkiye'de hâkim siyasal zihniyet haritasını kavramak açısından hatırlamak çok önemli. Neden demokratikleşmeyi hakkıyla başaramıyoruz sorusunun cevabı, içinden geçtiğimiz siyasal süreçler ve zihniyet haritasıyla ilgili.
Bu nedenle, kronolojik olaylar zincirini hızlı geçip, merkez sağ siyasette önemli dönüm noktalarında bazı hafıza tazelemeler izleğine devam edelim ve de hızla biraz daha yakın tarihe gelelim. Yani 12 Eylül darbesi ardından, merkez sağda yeni çatı olarak beliren Anavatan Partisi olayına. Farkındaysanız, gelinen noktada, tüm merkez sağ söylemler, kendilerini DP çizgisine oradan hızlıca Turgut Özal mirasına dayandırmaya özen gösterirler. DP, artık tarihe karışmıştır, Özal ise vefat etmiş bir Türk büyüğü vasfı kazanmıştır, burada sorun yoktur. Oysa, merkez sağ siyasetin diğer bir büyük ismi Süleyman Demirel hâlâ siyaset sahnesinde sayılır, ANAP'lı politikacılar keza halen bu sahnenin çeşitli yerlerindedir ve aralarında ihtilaflar mevcuttur.
Evren'e verilen söz
Bırakalım mevcut ihtilafları ANAP hareketine dönelim. Bakın, 12 Eylül darbesinin Genelkurmay Başkanı ve öncüsü Evren, ANAP'ın icazet alarak siyasi hayata girişini nasıl anlatıyor; 'Özal, sağda bir parti kurmak istediğini ve bunun için de iznimizi almaya geldiğini ifade etti... Ben kendisine, "Sayın Özal, senin parti kurmanda mahzur görmüyoruz.
Esasen siz Ulusu hükümetinde görev aldınız. Sizde mahzur bulsaydık Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı gibi bir görev vermezdik. Yalnız sizin vaktiyle MSP ile ilişkiniz oldu.... MSP ve MHP'lilere karşı zaafınız var. Eğer kuracağınız partiye bu eğilimdeki kişileri doldurursanız, müsaade etmeyeceğimizi bilesiniz. Bize söz verin" dediğimde, "Müsterih olunuz, böyle bir şey yapmam" diye söz verdi. "Peki öyleyse hayırlı olsun dedim." (Kenan Evren'in Anıları-4, Milliyet Yayınları, 150-1)
Malum, ANAP 6 Kasım 1983 seçimleriyle, iktidara geldi. İlk yaptığı işlerden biri, 24 Kasım'da, ANAP Meclis grubu toplantısında, Cumhurbaşkanı Evren'e 'şükran plaketi' vermeyi, 'ittifakla ve alkışlarla' kabul etmek oldu. ANAP, TBMM grubunun 24.11.1983 tarihinde aldığı karar şudur: "Ebedi Türk vatanı ve milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk devletinin varlığına karşı Cumhuriyet devrinde benzeri görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına yaklaştığı sırada 12 Eylül 1980 günü emir ve kumanda zinciri içinde yaptığı müdahale ile ülke ve milleti parçalanma noktasından çekip, esenliğe çıkaran, demokratik düzene geçiş ve vaatlerini aynen uygulayan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ve Milli Güvenlik Konseyi'ne, sayın Cumhurbaşkanımıza, çok partili demoktratik düzen icaplarının işlemeye başladığı bu tarihi gün dolayısı ile grubumuzun şükran hislerini saygı ile arz ederiz."
Darbeye karşı tutum
Sadece merkez sağ değil, tüm sağ siyaset yelpazesinde, yaygın olan söylem, Türkiye'de devlete hâkim asker-sivil dar bir 'oligarşik' çevrenin, milletin temsilcileri olan sağ partilerin türlü engelleme ve müdahalelerle, önünün kesildiği yönündedir. Oysa, sağ siyasetlerin, özellikle de darbe dönemlerinde aşırı pragmatik tavırları bir yana, zihniyet açısından bu müdahaleler ile ciddi sorunları olmadığı aşikârdır. İlk bakışta garip gibi gelebilir, ancak, özellikle merkez sağ siyasetin bu müdahalelerle güç kaybetmek bir yana, başlarının sıkıştığı dönemlerde, nefes alma imkânı bulduğu bile iddia edilebilir.
Nitekim, ANAP iktidarının temel politik söylemi, 12 Eylül darbesinin söylemi üzerine, yani 80 öncesi 'anarşi' ortamı korkusu üzerine kurulmuş idi. Ve tabii; 12 Eylül rejiminin temelini attığı ekonomik liberalleşme ve bunlar adına sosyal hakların kısıtlanması söz konusu idi. Ekonomik liberalizmin siyasal liberalizmin teminatı olduğunu iddia edenler, bu dönemi, yani kurucu siyasi ortamın koşullarını unutma eğilimindedirler. Oysa durum bambaşkadır.
Diğer taraftan, darbe sonrası 'normalleşme' sürecinde, siyasi yasakların kalkması gündeme geldiğinde, ANAP ve Özal, mevcudiyetlerini 12 Eylül'e borçlu olduklarını iyi hatırlayarak, yasakların devamını sonuna dek savunmuşlardı.
Bakın ANAP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Keçeciler, Ankara Akün Sineması'ndaki 5. Teşkilat Bölge Toplantısı'nda (19.8.1987) neler söylemiş; "... bu millet öyle evlatlar yetiştirir ki, çok daha güzelini, çok daha iyisini kurabilir. O halde eski siyasi partileri belirli bir süre yasaklayalım. Onları belirli bir süre siyaset dışına koyalım." 'Söz milletin' geleneğinin devamı olduğunu iddia eden ANAP'lı Keçeciler, iş siyasi yasaklara gelince, açıkça, "Anavatan Partisi'ne kurulduğu günden beri sataşacaksın, hem de yasakların kaldırılması için Anavatan Partililerden kredi bekleyecek ve medet umacaksın. Olacak şey mi?" diyordu. Gerçekten de olacak şey değildi, bu tür durumlarda kimse kimseden, hiçbir devirde 'medet' bulamamıştı. Dahası, Keçeciler, "1982 Anayasası'nın bu memlekete getirdiği pek çok iyilikler vardır. Sivil idareler döneminde çözmeniz fevkalade zor olan problemleri 1982 Anayasası... çözmüştür."
İşte, devletçi, askerci CHP geleneğine karşı, demokrat geleneği temsil ettiğine inanılan merkez sağ geleneğin zihin dünyası budur.

ANAP'ın kadro yapısı
ANAP, önceki benzer örneklerde olduğu gibi, liberal orta sınıf desteğinin zayıf olduğu bu toplumda ister istemez milliyetçilik, dindar muhafazakârlık ve ekonomik liberalizmin koalisyonundan oluşuyordu. Dört eğilimin birleşmesi denilen parti içinde adı olup mevcudiyeti olmayan tek öğe sosyal demokrat siyasetti
Merkez sağın tarihinde ANAP dönemeci önemlidir, zira bugün merkez sağın neresinde, kim varsa hiç olmazsa Turgut Özal'lı ANAP'ı tarihi miras olarak kabul eder. Dahası, Özal, sadece merkezde değil, merkezin ötesinde de, geniş kabul gören bir liderdir. Kimisi onun, 'Türk dünyası öncülüğünü', kimisi 'tarikat ehli' oluşunu öne çıkarır. Asıl belirleyici olan kuşkusuz liberal ekonomik politikalarıdır ve de bu politikalar, merkezin ötesinde, özellikle dindar muhafazakâr kesimlerde daha o tarihlerden Erbakan'ın 'adil düzen' tezinden daha fazla etkili olmuştur. Özal'ın bu kesime verdiği mesaj özetle şuydu: 'Resmi ideolojiyle sorununuz var değil mi? Özelleştirme yoluyla devletin ekonomik gücünü budarsak,
ideolojik baskısı da ortadan kalkar'. Bu mesaj muhafazakâr kesimin liberal ekonomik politikaların peşinden gitmesi için yeterli olmuştur.
Dört eğilim
Diğer taraftan, ANAP aslında, önceki benzer örneklerde olduğu ve daha önce işaret ettiğimiz gibi liberal orta sınıf desteğinin sosyolojik olarak zayıf olduğu bu toplumda, ister istemez milliyetçilik, dindar muhafazakârlık ve ekonomik liberalizmin koalisyonundan oluşuyordu. Nitekim kadrosu da, sadece eski AP değil, MHP ve MSP çizgisinden gelenlerden oluşuyordu. Dört eğilimin birleşmesi denilen parti içinde, adı olup mevcudiyeti olmayan tek öğe sosyal demokrat siyasetti. Evren, 'Partiye MHP'li, MSP'li doldurma' demişti, ama vetolu bazı isimler dışında bu çizgiler oldukça geniş bir şekilde temsil ediliyordu.
O kadar ki, milliyetçi çevrenin temsilcilerinden olan ANAP kuruculardan Er
cüment Konukman, geçmişteki merkez sağ partilerin, yani DP ve AP'nin milliyetçi çizgiden koptuğu için tarihe gömüldüklerini iddia etmişti: "Demokrat Parti milliyetçi ve muhafazakâr görüşe sırt çevirmeye başlayınca ... yani liberalleşmeye yani renksizleşmeye başladıkları tarihten itibaren, kitle partisi olma vasıflarını kaybetmiş ve giderek zayıflamış ve 1960 ihtilaliyle tarihe karışmıştı." (Görüşler, Ankara, 1987, 12)
Nasıl bir merkez?
ANAP'ın önde gelen isimlerinden Mustafa Taşar'ın 80'li yıllarda yaptığı konuşmaları hatırlarsak, merkezin nasıl bir merkez olduğunu daha iyi anlarız. Taşar, 'bazılarının laikliği bahane edip' partisini eleştirmesine cevaben, "... bu ülkede çıkar hesapları olan enternasyonal boyutlu, büyük güçler, demokrasiyi bir 'çağdaş Truva atı' gibi kullanıp, fitne ordusunu ülkemizin zayıf düşmesinden faydalanarak insanımızın içine sokuyorlar" demişti (31 Mart 1986 Marmara Bölgesi illeri toplantısı), Dahası, 'Hıristiyanlık aleminde hâlâ ülkemize karşı Haçlı zihniyeti taşıyan ülkeler var'dı, 'Velhasıl ülkemiz birçok karanlık emelle karşı karşıya'ydı (18 Kasım 1985 İstanbul İl Başkanlığı Hizmetiçi Eğitim Semineri), 'Kara günlerinde de Türk milletinin en büyük gücü dayanağı milliyetçiliği olmuş'tu (Mart 1985 Gaziantep 1. Genişletilmiş İl Divan Toplantısı).
ANAP'ta, darbe sonrası aynı çatı altında toplanan milliyetçilik ve dindar muhafazakârlık, aslında merkez sağ ile başından beri geçişlilik içinde olan zihniyet dünyalarına sahip olmuştur. Keçeciler, kendisinin MSP'de olduğu 70'li yıllara ilişkin olarak, "...o dönemde MHP'li ya da AP'li arkadaşlara sorduğum 10 sorunun dokuzuna kendi verdiğim cevapları alırdım. Hep aynı kanaati, aynı düşünceyi benimsemiş insanlardı ama ayrı partilerdeydik" demişti. (Hıdır Göktaş-Ruşen Çakır, Vatan, Millet Pragmatizm, İstanbul 1991, s. 61)
Nitekim, ben de, 1999 yılında yaptığım bir çalışma (Türkiye'de Sivil Toplum ve Milliyetçilik/Merkez Sağ partiler, İletişim Yayınları) vesilesiyle değişik bölgelerde ANAP ve DYP'lilerle çeşitli görüşmeler yaptım ve bir kez daha, Türkiye'de, merkez ve merkez dışı sağ partiler arasında dışardan görüldüğünün ötesinde örtüşme olduğu yönündeki izlenimim pekişti. Ayrışmalar ve örtüşmeler, şahsi farklılıklar ötesinde, daha ziyade bölgesel olabiliyordu, yani Konyalı bir ANAP'lı, İstanbullu bir Refah Partiliden daha muhafazakâr olabildiği gibi, Diyarbakırlı bir DYP'li ile Trabzonlu DYP'li çok farklı olabiliyordu.
Merkez sağın çöküş yılları
Tüm bunları, özellikle de AKP ve merkez sağ tartışmalarının yoğunlaştığı bugünlerde, AKP'nin ne kadar merkez olduğu/olabileceği, merkez sağın asıl temsilcileri iddiasında olanların bu iddialarını neye dayandırabileceği gibi sorulara daha iyi cevap aramanın merkez sağı daha iyi tanımlamakla olacağını düşündüğüm için yazıyorum. Konuyu bugüne getirmeden, isterseniz bir de, 90'lı yıllara, yani merkez sağın temsil edildiği iki parti olan ANAP ve DYP ile birlikte topyekûn çöktüğü yıllara kısaca göz atalım.
Ama bunu bir sonraki yazıya bırakalım.
28 Şubat süreci
DYP-RP koalisyonu neredeyse 10 yıllık aralarla düzenli bir hal almışken, bu kez 'geciken' bir askeri müdahale, 28 Şubat ile sonuçlandı. ANAP'ı askeri müdahale ürünü olmakla sıkıştıran Demirel, bu kez cumhurbaşkanı olarak müdahaleye destek verdi. Aradan yine ANAP sıyrıldı ve DYP merkezden kovuldu
1989 mahalli seçimlerinden sonra Korkut Özal sonuçlar için, "Benim gördüğüm kadarıyla herkes kendi babaevine dönmüş, Selametçiler Refah'a, Adalet Partililer DYP'ye, CHP'liler ise SHP'ye gitmişler. Benim anlayamadığım ANAP'ın aldığı yüzde 21 oy nereden geliyor?" demiş (Yılmaz Çetiner, Son On Yılın Perde Arkası, Milliyet Yayınları, 1994, 46).
Belli ki, Korkut Özal'ın anlayamadığı pek çok şey vardı. Her şeyden önce, 12 Eylül darbesinde bebek olanlar oy verecek yaşa gelmişti. Nedense, siyaset yorumlarında, sadece yaşı gereği böyle düşünmeye eğilimli olanlarla sınırlı olmayan tuhaf bir yaklaşım hep gündeme gelir. Bu yaklaşım, siyasal süreçleri ve hatta zamanı donmuş varsayarak, DP (veya CHP) seçmeninin, neredeyse zaman ötesi bir varlık olduğu ön kabulünden hareket eder. Özal'ın yorumu bu bakışı yansıtıyor. Bırakın, siyasal hayata sürekli yeni seçmenlerin katılışını, zaman içinde siyasal parti ve söylemler de değişim geçirmektedir ve bunu hep hesaba katmak gerekir. Bu nedenle, bırakın DYP ve ANAP'ı, 80'lerin sonunda Refah Partisi artık MSP değildi, devamlılık olduğu kadar değişim söz konusuydu.
Daha sağ bir Türkiye
Evet, siyasal parti ve söylemlerin, Türkiye'nin geçirdiği değişimlerden ne ölçüde etkilendiğini hesaba katmak gerekir. Mesela, 12 Eylül süreci içinde, daha önce sağ siyaset yelpazesi içinde kalan Türk-İslam söylemi, bu süreçte, sağdan merkeze yerleşmiş, bir tür resmi ideoloji haline gelmişti, artık Türkiye genel olarak daha sağ bir Türkiye idi. Bu koşullar içinde ve siyasal yasakların kalkıp eski parti ve kadroların siyaset sahnesine çıkması ile siyasal tartışmanın alanı farklılaşmıştı. Bu alanı tanımlamak için, aslında o dönem yükselen Refah Partisi ve İslamcılığa daha yakından bakmak gerekir, ancak biz şimdilik, merkez sağa yoğunlaşmak adına, onu bir yana bırakma durumundayız. Daha sonra, bu çizgi ile Merkez sağın kaderinin kesiştiği AKP'yi daha iyi anlamak için ayrı bir yazı dizisi yaparız veya bu dizinin sonunda, AKP bölümünde, hızlı bir özet yapmaya çalışırız.
90'lı yıllarda, sağın merkezine dönersek, bu merkezi ikiye bölünmüş halde buluruz; ANAP ve Demirel'in siyaset sahnesine dönmesiyle, merkezde muhalefet partisi olarak DYP karşımıza çıkar. Bu koşullarda, ANAP, '12 Eylül öncesi anarşi' söylemine yüklenmek durumundaydı. Ona karşı DYP ise, ANAP'ı askeri darbe ürünü olarak yıpratmaya girişmişti.ANAP'ın güçten düşmesi ve DYP'nin iktidar ortağı olmasında kuşkusuz tek etken bu değildi, ANAP iktidar yorgunu idi. Her zaman askeri darbelerle mağdur olduğunu iddia eden, ama sonuçta, paradoks gibi gözükse de, bu darbelerle tazelenen merkez sağın iktidardaki partisi, darbe yoksunluğundan olsa gerek gerilemişti. Bu kez tazelenme merkezin ikiye bölünmesiyle sağlandı denebilir.
Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanı olmasıyla, ANAP da, 'liberal' kanada miras kaldı, Mesut Yılmaz genel başkan oldu. Liberal dedikse, abartmayalım, Türkiye'de milliyetçilik ve muhafazakârlığın beslemediği bir merkez sağ hâlâ mümkün değildi. Nitekim, ANAP 1993 seçimine Büyük Birlik Partisi ile ittifak içinde girmiştir. BBP'nin 3. kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlenen 'Siyasi Karar Kurultayı'nda bir konuşma yapan Yılmaz, 'doğruların gözle görülmeyen orduları' diye adlandırdığı koyu milliyetçi Nizam-ı Âlem Ocakları'nı seçimlerde ANAP için çalışmaya davet etti (Sabah gazetesi, 7 Aralık 1995, aktaran Musa Aksel, Meydanlardan Medyaya Bir Seçimin Anatomisi, Ankara, 1996, 212).
DYP-RP koalisyonu
Gün geldi, devran döndü, Özal vefat etti, Demirel 9. Cumhurbaşkanı, 'sarışın güzel bir kadın', Tansu Çiller, DYP Genel Başkanı oldu ve yükselen İslamcılığın partisi Refah ile koalisyon kurdu. Bu koalisyon, neredeyse 10 yıllık aralıklarla düzenli bir hal almışken bu kez 'geciken' bir askeri müdahale, 28 Şubat ile sonuçlandı. ANAP'ı askeri müdahale ürünü olmakla sıkıştıran Demirel bu kez cumhurbaşkanı olarak, müdahaleye destek verdi. Aradan yine ANAP sıyrıldı, DYP'den boşalan siyaset sahnesinde yerini aldı. Bu kez Demirel'siz DYP, kendini resmen olmasa da siyaseten tecrit olmuş halde buldu. RP ile koalisyonu ve bu nedenle başına gelenler sonucu merkezden kovulmuştu. Bu koşullar altında, 'çivi çiviyi söker' siyaseti söz konusu oldu, özellikle milliyetçi hattan merkeze saldırıya girişildi.
Tabii, askeri vesayete karşı sivil direnç, demokrasi kavramları öne çıkıyordu, ama hep diyoruz ya, liberal-demokrat çizgi hiçbir zaman merkez sağı tahkim etmeye yetmiyordu. Gerek artık cumhurbaşkanı olan eski lider Demirel, gerek 28 Şubat'a destek çıkan ANAP bu yönden hedef alınıyordu, ama eleştiri terminolojisini belirleyen 'demokrasi'den ziyade, en hafif deyişle, 'millete ve değerlerine yabancılaşmış' unsurlar söylemi üzerinden gidiyordu. Mesela, DYP'nin yayın organı işlevi gören Öncü gazetesi, sürekli Berna Yılmaz'ın dekolte kıyafetle çekilmiş fotoğraflarını yayımlıyor, verdiği davetlerde 'şampanyanın su gibi aktığı' gibi haberler yer alıyordu.
13 Ocak 1999 tarihli Öncü, ANAP'lı 'düşük' bakanların, Bodrum'da 'ramazan tanımadığı' rakılı yılbaşı kutladığını bildiriyordu. Gazetenin ana temalarını, büyük sermaye ve özellikle Koç ailesi, onların denetiminde olduğu ileri sürülen medya, genel olarak 'sosyete'nin 'kepazelikleri' ve bunların fotoğraflarla süslenmiş örnekleri oluşturuyordu. Gazetenin dili tam bir felaketti, soy ve nesep işleri dahi gündemdeydi. Mesela, o zamanlar evli olan Esin Maraşlıoğlu ve Cem Özer için, 'Esin'in babası Museviymiş! Cem Özer'in de annesinin Ermeni olduğu söyleniyordu' şeklinde bir heber yapılabiliyordu (18 Aralık 1998).
DYP'nin geldiği nokta
Diğer taraftan, Öncü'nün 'milliyetçi'liği eski ülkücüleri MHP ötesinde sahiplenme noktasındaydı. 12 Eylül öncesi yedi TİP'li öğrenciyi öldürmekten mahkûm olan Haluk Kırcı, neredeyse haksızlığa uğramış biçimde takdim ediliyordu (12-17 Ocak 1999 tarihli Öncü gazeteleri). Gazetede, Harun Yahya imzalı, 'Yahudilerle Çinliler arasındaki ilginç bağ' da dahil ilginç 'tarihi analizlere' yer veren 'Terörün Perde Arkası' ve 'İsrail'in Kürt kartı' gibi yazı dizileri yayımlanıyordu.
Bugünlerde, AKP'nin merkez sağda yeri olmadığını söyleyerek, merkez sağdaki gerçek alternatifin yeniden sahneye çıkmasına talip olan DYP'nin 90'lı yılların sonunda geldiği nokta, sergilediği dil buydu.
DP çizgisi ve AKP
28 Şubat'la Milli Görüş kadrosunun tasfiye olması ekonomik liberalizmle barışan İslamcılığın genç kadroları için bulunmaz bir fırsat oldu
Merkez sağın kısa tarihi bile bakın yedi bölüm oldu, artık sizi daha fazla sıkmadan yavaş yavaş bitirmek lazım. Bir gazete dizisinde ancak bu kadarı mümkün. Oysa, daha anlatılacak, hatırlanacak o kadar çok şey ve farklı boyut var ki. Merkez sağın Türkiye'de doğması, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin koşulları, ekonomi politikaları, Marshall yardımları ile sıkı sıkıya bağlıdır. Diğer taraftan, ideolojik ortamın en belirleyici unsurlarından biri Soğuk Savaş ortamıdır, biz o boyutu neredeyse birkaç cümleyle geçtik.
12 Eylül sonrası ortamı, 24 Ocak kararlarına değinmeden anlamak eksik olur, ancak biz işin o tarafına hiç değinemedik. Diğer taraftan, bu dönem, tüm dünyada neo-liberal politikaların yükseliş dönemidir. 80'lerin sonunda, Sovyet blokunun toptan çöküşüyle tek kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkması, tüm dengelerin değişmesi söz konusu oldu. Tüm bunları, kısa tarihimize sığdırmak mümkün değildi, yine de aklımızın bir köşesinde bulunsun.
Neo-liberal politika merkeze yerleşti
Bu ortam Türkiye'de sadece merkez sağ siyasetleri değil, tüm siyasal sahneyi topyekûn etkilemiştir. Her şeyden önce, neo-liberal ekonomi politikaları siyasetin merkezine yerleşti. Merkez sağ siyasetin zemini, başından beri liberal ekonomi politikaları ile milliyetçi ve dindar muhafazakâr ideolojileri sentezleme üzerinden kuruluyordu. ANAP söylemi, bu sentez veya denklemi yeniden tazeledi. Bu çerçevede, sağ söylemde 'devlet' vurgusu, yerini hızla piyasaya bıraktı. Özal'ın sağ çevreye, özellikle muhafazakâr kesime mesajı özetle şuydu: 'Öteden beri resmi ideolojiden yakınmıyor musunuz? Devleti küçültür, ekonomik gücünü azaltırsak, ideolojik baskısı otomatik olarak azalır'. Bu formül, muhafazakâr-sağ cenahta, ilk bakışta gözüktüğünden daha fazla tesirli olmuştur. AKP, bu tesirin ürünüdür. Gerçi, bugünkü AKP kadroları seksenli ve doksanlı yılların başında Refah Partisi (daha önce de, MSP veya İslamcı gençlik hareketleri) içindeydi.
'Adil Düzen' söyleminin etkisi
Ancak, bu çevreye yakından bakış, o dönemden başlayarak, aslında Özal formülünün, lider Erbakan ve onun 'Adil Düzen' söyleminden daha fazla etkili olduğunu gösterir. MÜSİAD çizgisi bunun en iyi örneklerinden biridir. AKP kurulduktan sonra, 'Ben hiçbir zaman Adil Düzenci olmadım' veya 'O gün söylediklerimize bakıyorum da şaşırıyorum' diyen parti önde gelenleri, bence son derece samimiydiler. Evet, sosyal olarak İslamcı camiadan geliyorlardı, ama akılları Özal'ın dediğine yatıyordu.
AKP'li bir bakanın, bir sohbet sırasında, bir vesileyle özelleştirme eleştirileri karşısında, 'kömünizmi geri mi getireceksiniz?' sitemi de, yetmişli yılların komünizmle mücadele geleneğinin içinden gelen çizginin, neo-liberal ekonomik politiklara nasıl kolay geçiş sağladığını bir kez daha görmemi sağladı. Birkaç gündür bazı gazetelerde, bir sivil toplum örgütünün verdiği ilanlar gözünüze çarptı mı bilmiyorum. 'Demokrasi'nin Yıldızları' ibaresi altında, Menderes, Özal ve Erdoğan'ın resimleri yer alıyor. Kim ne derse desin, bence, bu tablo anlamlı bir devamlılığa işaret ediyor.
Sınıf atlayanlar kılık değiştirmedi
AKP, aslında, sıklıkla iddia edildiğinin aksine, merkez sağ geleneğin bir devamı. Kendinden önceki partilerden, kuşkusuz farklı yanları var, ancak örtüşme çok daha fazla. Evet, ilk kez, merkez sağ bir hareketin liderlik kadrosu toptan İslamcı bir geçmişten geliyor. Merkez sağda, koyu milliyetçilik ve dindar muhafazakârlık, gerek zihniyet, gerek kadrolar açısından her zaman iç içe olmuştu. Ancak, bu ideolojik ittifak, daha önce sahne gerisinde olmasına karşın bu kez, kişisel planda sahneye çıktı. Türkiye, başörtülü eşli bir başbakan ve kabine ile tanıştı. Göze çarpan en önemli farklılık bu oldu. Diğer taraftan, Türkiye'de her dönem, her iktidar yeni bir çevreyi ekonomik olarak sınıf atlattı ve zaten sınıf atlamış olanların temsilciliğine soyundu, sadece bu kez sınıf atlayanlar kılıklarını değiştirmediler olan bu.
Bu farklılığı abartmak sadece laik kesimin değil, AKP iktidarına destek verenlerin de işine geliyor. Bir kesimin zenginleşmesi, 'çevrenin merkeze yürümesi', 'halkın iktidarı paylaşmak istemesi ve buna karşı tepki duyulması olarak', entellektüelize edilerek takdim ediliyor. Oysa, ekonomik zenginleşmenin taşraya yayılması veya halkasının genişlemesi, sosyolojik bir seyir. Bu seyir içinde ve biraz da siyasi iktidar üzerinden zenginleşenlerin, muhafazakâr kılık kıyafet içinde olması, halkın iktidara geldiği anlamına falan gelmez, ancak sıradan muhafazakâr vatandaş özdeşleşme ilişkisi içinde bunu böyle algılar veya algılanması sağlanır. Bu ayrı bir konu, biz yine merkez sağın genel seyrine dönelim.
Toptan çöküşün nedenleri
90'lı yılların ortasından itibaren merkez sağ, iki partiye ayrışıp, bir süre birbiriyle didiştikten sonra, malum toptan çöktü. Bu çöküşü çok boyutlu biçimde çözümlemek mümkündür. İlk göze çarpan, yolsuzluk, yozlaşma gibi güven krizi olsa da, içten içe ideolojik krizin yarattığı erozyonu dikkate almak gerekir. Doksanlı yıllardan itibaren, ekonomik liberal politiklarla geniş seçmen kitlesini buluşturan ideolojik söylemler denklemi yıpranmış, bu alanda boşluk oluşmuştu. Bu boşluğu, seksenli yıllardan beri yükselen ve yükselirken seyir değiştiren İslamcılık doldurdu. 28 Şubat müdahalesi ile, önce Refah Partisi, sonra Fazilet Partisi'nin kapatılması ve eski Milli Görüş kadrosunun tasfiye olması, ekonomik liberalizmle barışan İslamcılığın özellikle genç kadroları için bulunmaz bir fırsat oldu. AKP'nin merkez sağ parti olarak sahneye çıkmasının hikâyesi kısaca budur.
DP ile başlayan çizgi
AKP çizgisi, gerçekten de DP ile başlayan çizginin devamıdır. DP'nin demokrasi anlayışı, iktidarın, CHP gibi topluma yabancılaşmış bir kadronun elinden alınması ve 'halkın gerçek temsilcilerine' devredilmesi ve bunun oy çoğunluğunun sağlanmasından ibarettir. Bu çizgi AKP'ye kadar fazla değişmeden devam etti. DP çizgisi, Cumhuriyet devrimine küskünlük üzerinden kurulan bir zihni arkaplan üzerinde yükseliyordu, merkez sağda bu zinhi arkaplan da aynen devam etmiştir. DP çizgisi, Soğuk Savaş'ın başlangıcından itibaren sol siyasetlere karşı, liberal siyasetlerin yürütücüsü olmuştur, bu çizgide de değişim olduğundan söz etmek mümkün değildir. Diğer taraftan, DP'den başlayarak muhafazakâr itiraz, modernleşmeye karşı değil, sadece Batılı-laik hayat tarzına direnme iddiasındadır. Ancak, sadece modernleşmeci değil, Batılı hayat tarzını bazen kendini meşrulaştırma aracı olarak ama daha ziyade, içten içe farklı biçimde de olsa benimser. Dizinin fotoğraflarının bazısını seçerken bu izleği düşündüm. Son fotoğraflarımıza da, bir daha göz atın istiyorum. 40 yıl ara ile aynı hatta tutunmaya çalışan iki genç siyasetçi. Merkez sağın, aslında, 'Yeter söz milletin, size söyleyecekleri var' demediği, 'Yeter söz artık milletin, aralarından bazıları sizlerin arasına karışmak istiyor, yer açın' demeye çalıştığının, en iyi göstergesi değil mi? (BİTTİ)

27 MAYIS HAKKINDA (Mustafa Nevruz SINACI & Mehmet Arif DEMİRER)

KIRILMA NOKTASI;
“HUKUKUN UTANCI VE İHANETİN SEYİR DEFTERİ”
Mustafa Nevruz SINACI (*)
27.Nisan.1960 :Tahkikat Komisyonunun görev ve yetkilerini tanımlayan tasarı Meclisten
geçti. ( Başkan: Ahmet Hamdi SANCAR. Üyeler : Vacid ASENA, Nüzhet ULUSOY, Kemal BİBEROĞLU, Bahadır DÜLGER, Turan BAHADIR, Sait BİLGİÇ, Hilmi DURA, Osman KAVUNCU, Himmet ÖLÇMEN, Ekrem ANIT, Nusret KİRİŞÇİOĞLU (Mazbata Muharriri), Selâmi DİNÇER, Kemal ÖZER)   Üniversite Profesörleri ve muhalefet kanunun anayasa’ ya aykırı olduğunu iddia etti. İnönü, karar ve kanunu sert bir dille eleştirince 12 oturum için meclisten uzaklaştırıldı.
BİLGİ NOT” DP Bursa Milletvekili Mâzlum KAYALAR ve DP Denizli Milletvekili Baha AKŞİT tarafından TBMM’ne sunulan ve Meclisin 2274 sayılı kararı ile kabul edilen takririn daha başında şöyle denilmekte idi: “ CHP’nin yıkıcı, gayri meşru ve kanun dışı faaliyetlerinin memleket sathında cereyan tarzı ve bunların mahiyetinin nelerden ibaret olduğunu tahkik, tespit ve memleketin her tarafında yaygın bie halde görülen kanun dışı siyasi faaliyetlerin muhtelif sebeplerine intikal etmek, matbuat meselesiyle adli ve idari mevzuatın ne surette tatbik edilmekte olduğunu tetkik eylemek üzere Meclis Tahkikatı açılmasına dair takrir.”
*ATATÜRK : Basın Hürriyeti’ nin sakıncalarının giderilmesinin, yine basın hürriyeti ile mümkün olduğuna dair, bu büyük meclisin yol gösterme ve düzenleme sahasında tespit ettiği saygı duyulan esaslar, eğer Cumhuriyetin ruhu olan “faziletten” yoksun kendini bilmezlere, basında eşkiyalık fırsatı verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkanların fikir sahasındaki kötü ve uğursuz etkileri, tarlasında çalışan masum vatandaşların kanlarını akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve en sonunda bozgunculuğun en zararlısını göze alan bu gibi doğru yoldan sapanlar, kanunlarda mevcut aksaklık ve açıklıklardan yararlanma imkânını bulurlarsa, Büyük Millet Meclisi’nin yola getirici ve ezici kudretinin müdahale ve uyarması elbette görevi olur. (1924-Atatürk, S.D., Cilt: 1-1945 /TİTEY-296)
28.Nisan.1960 :Öğrenciler Ankara ve İstanbul’da gösteri yürüyüşleri yaptılar. Olayı müteakip her iki ilde de sıkıyönetim ilân edildi. İstanbul sıkıyönetim komutanlığına General Fahri ÖZDİLEK, Ankara sıkıyönetim komutanlığına da General Namık ARGÜÇ getirildi. Her türlü toplantı ve gösteri sıkıyönetimce yasaklandı. Ankara ve İstanbul Üniversiteleri bir ay süreyle kapatıldı. İNÖNÜ : “Öğrenciler, tanklar altında ezilmişler ve alınlarından kurşun yemişlerdir. Böylece, masum gençler hürriyet mücadelesinin öncüleri olmuşlardır. Dünyanın gözü önünde silâhsız insanlar, ateşli silâhlarla hücuma uğramışlardır.” (kışkırtma-iftira ve yalan) Bir başka konuşmasında da; “Syngman Rhee kurtuldu mu ? Üstelik onun ordusu, polisi, memuru elinde idi. Halbuki sizin elinizde ne ordu var, ne memur, ne de üniversite ve hatta ne de polis..” diyerek, bütün bu güçlerin kendi yanında ve DP’nin karşısında olduğunu ima ve iddia ederek, ihtilâl teşvikçiliği ve tahrikçiliği yaparak, sözlerini şöyle tamamlıyor : Biz Koreliler kadar değilmiyiz !? “Şartlar tamam olduğunda, milletler için ihtilal meşru bir haktır.”
30.Nisan.1960: Menderes radyo konuşmasında , tertiplerden haberdar olduğunu ima etti.
02.Mayıs.1960: İstanbul da, NATO Bakanlar Kurulu toplantısı (Türkiye de son toplantı)
02.Mayıs.1960: Menderes tekrar radyoda bir konuşma yaparak, durumun ciddiyetine ilişkin açıklamalarda bulundu.
03.Mayıs.1960: Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bir mektup yazarak bu krizin nasıl geçiştirilebileceğine değin bir öneride bulundu; Aynı gün görevinden izinli olarak ayrılan Cemal Gürsel İzmir’e gitti. Bu mektup 14 Haziran 1960 tarihinde, ilk bölümü hariç olmak üzere kamuoyuna açıklandı.
05.Mayıs.1960: Ankara da bir gösteri yapıldı ve Menderes kalabalık tarafından itilip-kakıldı. (555 K.,  “5.  ayın 5’inde saat: 5’de Kızılay da Buluşalım” Olayı. ) 
11.Mayıs.1960: DP Meclis Grubu olağanüstü bir toplantı yaparak oturumlara 10 gün ara verilmesini kararlaştırdı.
12.Mayıs.1960: Gizlice basılan ve halka, hükümete ve kanunlara itaat edilmemesini isteyen beyannamelerin dağıtılması yasaklandı.
15.Mayıs.1960: DP İzmir mitingi. Katılan 200.000 kişi. Menderes, CHP ile “Güç Birliği Cephesi” olarak örgütlenen muhalefeti komplo hazırlamak ve yurdun barış, güvenlik ve prestijini sarsmakla suçladı. Ülkeyi ardında toplamak için bunun ilk adım olduğunu söyledi ve en kısa zamanda erken seçime gidileceği  açıklaması yapıldı. CHP’de büyük panik.
16.Mayıs.1960: İnönü, Menderes’e karşılık vererek, 1957 seçimlerine hile karıştığını, yeni seçimle için normal koşulların bulunmadığını söyledi. Cevaben Menderes: Yeni ve erken seçimlerin en kısa zamanda yapılacağını ve bunalımın sona erdirileceğini söyledi.
20.Mayıs.1960 : Hindistan Başbakanı, saygın devlet adamı Nehru’nun Türkiye ziyareti.
21.Mayıs.1960: Harp Okulu öğrencileri hükümet aleyhinde sessiz bir yürüyüş yaptı. Harp Okulunun Komutanı Tuğgeneral Sıtkı ULAY idi.
24.Mayıs.1960. Menderes Yunanistan gezisini erteledi. Ülkenin içinde bulunduğu durum ve sorunları halka açıklamak için yut gezisini sürdürmeye karar verdi.
25.Mayıs.1960. Eskişehir’de 225.000 kişiye hitap eden Menderes; Tahkikat Komisyonu’ nun raporunu tamamladığını ve tamamlanan raporun en kısa sürede Meclise verileceğini açıkladı ve ekledi: “Koparılmış olan bunca gürültünün hakikatla alâkası bulunmadığını ve komisyonun bir mahkeme olmadığını açığa koymuştur.” Ankara’da sıkıyönetim gevşetildi. TBMM 20 Haziran’a kadar tatile girme kararı verdi. Menderes,  Meclis tatilinden sonra erken seçim kararı alınacağı (İzmir) açıklamasını tekrarladı.  
27.Mayıs.1960: Sabah 4.36’da Kurmay Albay Alparslan Türkeş, Ankara Radyosunda “Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır” dedi. (Mâkus ve muzlim darbe sabahın erken saatlerinde gerçekleşti.) Başvekil Adnan Menderes geceyi Eskişehir de geçirmişti. Bir darbe yapıldığını anladığında kendisine, İnönü’nün bu darbenin içinde yer alıp almadığı ve onu bizzat düzenleyip düzenlemediği konusundaki düşünceleri sorulunca; “Zannetmiyorum. ‘Atatürk mektebinden yetişenler orduyu politikaya hiçbir zaman sokmamışlardırVakıa iktidardan düştüğünden beri İ. Paşa bizi daima birtakım mevhum (hayali) kuvvetlerle tehdit etmiştir. Fakat onun bu kadar kendini kaybedeceğini ve prensipleri dışına çıkacağını, bir sandalye uğruna memlekette böyle bir çığır açacağını tahmin etmiyorum. (Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, 1957-1960. s. 234)
                                    DÖRDÜNCÜ BÖLÜM / ikinci Cumhuriyet
ARA REJİMLER; DİKTA VE SULTA DÖNEMİ
27 Mayıs 1960: İSYAN / İHTİLAL veya DARBE; Cuma sabahı radyolarını açanlar Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin (!?) yayınladığı şu bildiriyi dinlediler. (Kurmay Albay Alparslan TÜRKEŞ, Başbakanlık Müsteşarlığına getirildi)
               “Dikkat.... Dikkat... Muhterem Vatandaşlar, Radyolarınızın başına geçiniz.
               Güvendiğiniz Silâhlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir.
               Bu gün, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekete Silâhlı Kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakimliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiileteşebbüs etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmiyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların partilerin üstünde ayni milletin ayni soydan gelmiş evlâtları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selâmeti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin Türk Silâhlı Kuvvetlerine sığınmalarını rica ediyoruz. Şahsi emniyetleri kanun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz Birleşmiş Milletler Anayasasına ve İnsan Hakları Prensiplerine tamamiyle riayettir. Büyük Atatürk’ün yurtta sulh cihanda sulh, prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadıkız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. CENTO’ ya bağlıyız.
               Tekrar ediyoruz. Düşüncemiz, yurtta sulh, cihanda sulh’tur. Türkiye dahilinde bütün garnizonlardaki garnizon komutanları o yerin mülki ve askeri idaresine el koyacaklar ve vatandaşların her hususta emniyetini sağlayacaklardır.
               İsmet İnönü sağ ve selâmettedir.” (!..?...)
               Sabah saat 04’den itibaren yayınlanan tebliğlerden, silâhlı kuvvetlerin idareyi ele aldığı ve harekâtın kansız başarıldığı anlaşılıyordu. Olaylar birbirini takip ediyor, tevkifler birbirini kovalıyordu. Ne şekilde olursa olsun, milli irade ile, yani milletin oyu ile seçilmiş ve sadece Demokrat Partiye mensup Bakan ve Milletvekilleri (!?) tutuklanarak, ihtilâlin karargahı haline getirilen Harp Okulu’na götürülüyordu. Artık, parlâmenter demokratik hukuk rejimi son bulmuş, bunun yerine 38 üyeli Milli Birlik Komitesi idareye el koymuştur.
               . Demokrasi kesintiye uğratıldı. / . Cumhuriyete ara verildi.
*ATATÜRK; “Egemenlik hiçbir sebep ve şekilde terk ve iade edilemez, emanet edilemez, bırakılamaz. Bu egemenliği tekrar geri alabilmek için; (egemenliği) almak için kullanılmış olan araçları kullanmak gerekir. Millet, egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutmayı kendi vicdanına karşı söz verip yemin ettikten sonra, şunun veya bunun gereğidir diye, şuna veya buna verilebilecek en basit bir halk bulunuz, vazife bulunuz ve yetki bulunuz. Kimse bulamaz... İrade alınamaz ve irade verilemez. Egemenliği verebilen bir insan ve yahut egemenliğini kaybeden bir insan ve yahut bir toplum egemenlikten yoksun olunca (ki, egemenlik iradenin göründüğü ve bilindiği yerdir) o halde iradesi felç olur. Bundan dolayı, egemenliğini verebilmek için iradesinin felç olmasına razı olmak gerekir., Bundan dolayı veremez. Egemenliğini verebilmek için; İradesinin, arzusunun, eğilimlerinin felçli kalmasını kabul etmek lâzımdır. (bu) Ölmeyi kabul etmek demektir. Bundan dolayı bir millet egemenliğini veremez. Yalnız alınır ve zorla alınır. Millet egemenliğini elinde tutuyor ve ancak, egemenliğinden gerektiği kadarını uygulamak üzere Millet Meclisi’nin tümünü görevlendiriyor. Fakat, bir tek adama bu yetki verilemez., Egemenliğine sahip olmayan bir insan veya bir toplum, hiçbir zaman iradesini kullanamaz., Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir ve Milletin kalacaktır., İdare usulü, halkın geleceğini, bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır., Milleti temsil eden, milli iradeyi millet namına sınırlı ve belirli bir zaman için manevi şahsiyetinde toplayan Türkiye Büyük Millet Meclisi bile, en sonunda “millet tarafından yenilebilir” Esas olan millettir. Egemenlik, onun olduğu gibi, idare hakkı da onundur., “Ancak, milletler egemenliklerini geçici olarak da olsa verecekleri Meclislere dahi lüzumundan fazla güvenmemelidir. Millet, her ihtimale karşı egemenliğini korumak zorundadır. Bu hususta yapılagelen şey, tekrar milletin oyuna başvurmaktır. Bugünkü Meclisimiz milli egemenliğin aşığıdır. Bundan sonrakilerin de öyle yapacağına şüphem yoktur. Bunlar elbette bu gibi önlemleri tam olarak bilirler.” (1923-Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan – Türk Tarih Kurumu)
“Türk milleti’nin toplumsal düzenini bozmaya yönelen didinmeler boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti, kendinin ve memleketi’nin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara hoşgörü gösterecek bir topluluk değildir., O, şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler, ezilmeye ve kahredilmeye mahkümdur. Bu hususta, köylü, işçi ve özellikle kahraman ordumuz candan beraberdir. Bundan kimsenin şüphesi olması.” (1929-Ayın Tarihi, Cilt: XX, Sayı: 65-1929 / 324-325)         
               .1924, Atatürk Anayasası ilga edildi. “Gerçekte Atatürk’ün en büyük eseri, Cumhuriyet ve inkılâplarla birlikte bunların esaslarını ihtiva eden ve 36 yıl yürürlükte kalan 1924 Anayasası’dır. Bu Anayasa hemen hemen bütünü ile Atatürk’ün eseridir. Muhakkak ki değişmez kutsal kitap değildir. Demokratik hayatımızın gereklerine göre bazı değişikler yapmak mümkündü. Fakat. Onu tamamen bir kenara atıp, Milli Hakimiyetin çeşitli yönlerden kısıtlandığı ve 20 yıl bile yürürlükte kalamayan 1961 Anayasasını yapmanın anlamı nedir. Bunu yapanlar nasıl Atatürkçülükten bahsedebilirler !? Acaba bunlar, Atatürk sevgisi ve Atatürkçülük açısından ilgisiz ve önemsiz olaylar mıdır ? Atatürk’ün son yıllarında ve günlerinde Cumhuriyet’ in en büyük sorumluluğunu emanet ettiği, ona bağlılığı, yakınlığı, sevgi ve sadakati, söz götürmez olan, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Celâl BAYAR’ a karşı Atatürkçülük taslamak komik değil mi ? Ama, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Dr. Cem Eroğul’ a hazırlattırılan “Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi konulu”, bilimsel olması gereken, fakat marksist işporta klişelerinin kullanıldığı, olayların çarpıtılarak yorumlandığı bir doktora tezinde; “Gayenin Atatürk’ün dış görünüşüne dokunulmazlık bahşetmek olduğu, yoksa, Atatürk’ün ruhunun yaşatılması ile ilgisiz bulunduğu ifade edilmiştir.”
               Bu doktora tezini okuyan bir kimse, Atatürkçülüğün ruhuna bütünü ile aykırı bir düşünüş tarzının özenle işlendiğini ve 27 Mayıs zihniyetinin samimi bir Kemalizm ve/veya Atatürkçülük olmadığının somut örneğini açıkça görür ve anlar. Kaldı ki, kitabın ilerleyen bölümlerinde açıklayacağımız üzere; Darbe doğrudan Atatürk ilke ve inkılâplarına karşıdır.
               *ATATÜRK: “Millet, egemenliği (demokrasi) kayıtsız şartsız elinde tutmayı kendi vicdanına karşı söz verip, yemin ettikten sonra, şunun ve bunun gereğidir diye şuna veya buna verilebilecek en basit bir hak bulunuz, vazife bulunuz... Kimse bulamaz !.., Ondan sonrası idare usulü, halkın geleceğini şahsen ve fiili olarak idare etmesi esasına dayanır. Bildiğiniz gibi bir idare ve bir de egemenlik vardır. İdare, kalp ve vicdanın eğilimi ve isteğidir. Bir insanda olduğu gibi, insanlardan oluşan sosyal toplumda da irade mevcuttur. İRADE ALINAMAZ ve İRADE VERİLEMEZ. Fakat iradenin uygulama vasıtası olan egemenliği verebilen bir insan, veyahut egemenliğini kaybeden bir insan veyahut bir toplum egemenlikten yoksun olunca (ki, egemenlik iradenin göründüğü ve bilindiği yerdir) o halde iradesi felç olur. Bundan dolayı egemenliğini verebilmek için iradesinin felç olmasına razı olmak gerekir., Bundan dolayı veremez. Egemenliğini verebilmek için, iradesi’nin, arzusu’nun, eğilimleri’nin felçli kalmasını kabul etmek lâzımdır. Bu, ÖLMEYİ KABUL ETMEK demektir. Bundan dolayı bir millet, egemenliğini veremez. Yalnız (düşmanlardan) alınır, zorla alınır. Millet egemenliğini elinde tutuyor ve ancak egemenliğinden gerektiği kadarınıuygulaman üzere, M. Meclisi’nin tümünü görevlendiriyor. Fakat, (asla) bir tek adama bu yetki verilemez.” (1923-Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan-TTK, 1982) 
* Türkiye’yi derece derece mi ilerletmeli ? (yoksa) ani olarak mı ? İki sistem var. Biri, bilinen büyük Fransız ihtilâlindeki yöntem; Rejimler değişecek, ihtilâllere karşı mukabil ihtilâller yapılacak. Sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken, bir de bakılacak ki, bir buçuk asırlık zaman geçmiş. Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş zaman var mı ? (1922-Atatürk ve İktisat, Yüksel Ülken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları – 1981)
* Dünyada gerçekçi olmayan bir şey yaptığımız zaman hiçbir şey yapmıyoruz demektir. Bu memleketi şu yöne sevkederken, bir şey yaptığımızı ifade etmeliyiz ! Bir de, daima geçerli ve söz konusu olan “çoğunluktur.” Bu milletin çoğunluğu bizimle beraber ise, parti deyiniz, ne derseniz deyiniz ! yürümek mümkündür. Çoğunluk beraber değilse, grup deyiniz, heyet deyiniz, buna dayanarak inkilâpta başarı mümkün olamaz. (1923-Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Arı İnan TTK, 1982)
* Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri koymuş olmaktır. Devlet hayatında inkılâp sosyal durumumuzu da kapsar; Lâiklik, Medeni Kanun ve Demokrasi.. (1933-Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Prof. Afet İnan – Türk Tarih Kurumu Yayını, 1959)
* Uçurumun kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... Yıllarca süren savaş ve ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan “yeni vatan” yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız inkilâplar... İşte, Türk genel inkilâbının bir kısa ifadesi. (1935-Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 1 – Türk İnkilâp Tarihi Enstitüsü Yayını, 1945)
* “Kişisel haklar teorisinin temeli şöyle kuruldu : Her türlü hakkın kaynağı (insan) kişidir. Çünkü, gerçek hür ve sorumlu olan yaratık, yalnız insan’dır.,” -  “Buna göre, kişinin yalnız doğal hak ve ahlâki sorumluluk ile sınırlandırılan mutlak bağımsızlığı, bütün medeni teşekküllerden önce, ilk durum olarak, çıkış noktası gibi kabul ediliyor. Fakat, diğer taraftan insanların sosyal ve siyasi teşekküller halinde bulunması da doğal ve gereklidir.,” – “İşte bu serbest gelişmeyi sağlamak, kişisel hakların oluşturduğu çeşitli hürriyetlerin ana gayesidir. Bu haklara saygı göstermeyen siyasi toplum, asıl vazifesinde kusur etmiş olur ve devlet, var oluşunun nedenini ve anlamını kaybeder. Çağdaş demokrasi de, kişisel hürriyetler, özel bir değer ve önem kazanmıştır; artık kişisel hürriyetlere devletin ve hiçbir kimsenin müdahalesi sözkonusu değildir. Ancak, bu kadar yüksek ve kıymetli olan kişisel hürriyetin medeni ve demokrat bir millete, neyi ifade ettiği; Hürriyet kelimesinin, mutlak şekilde düşünülebilen manâsıyla anlaşılamaz. Söz konusu olan hürriyet, sosyal ve medeni insan hürriyetidir.,” – “Kişisel hürriyetin, ne kadarından vazgeçilmesi gerekeceği, içinde bulunulan zamana ve memlekete göre değişir. Özel zamanlar, özel tedbirler gerektirebilir. Bir da, hürriyetin kötüye kullanılması, hürriyetin geçici fakat, geniş ölçüde sınırlandırılmasını gerektirebilir. Bütün bu tedbirleri ve sınırlandırmaları tanımak lüzumu , devlet fikir ve kavramını ifade eder. Bu hususlardaki tedbirlerin şiddetini ve sınırlarının genişliğini ölçmek büyük bir sanattır. Devlet sanatı ise budur. Bu sanatta isabetin derecesi hürriyetin sınırlarını çizen kanunda görülebilir. Çünkü, “Bu sınır ancak kanun yoluyla tespit ve tayin edilir” her halde, vatandaşların genel hürriyet ve mutluluğu için kişilerden, ancak devlet için zorunlu olan bir kısım hürriyetlerinin bırakılması istenebilir.,”–“Bu sebeple hürriyet, Türk’ün hayatıdır.,”–“Artık, Türkiye’de “Her Türk hür doğar ve hür yaşar”-“Türkler, demokrat, hür ve sorumluluklarını bilen vatandaşlardır. Türk Cumhuriyeti’nin kurucuları ve sahipleri bizzat kendileridir.” (1930-Medeni Bilgiler,286/ M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, 1969 – Türk Tarih Kurumu Yayını) “Yeter ki, Devlet; Hakimiyeti, milletin refahına, genel mutluluğuna ve vatandaş hürriyetlerinin sağlanmasına kullansın.” (1931 /287-Cumhuriyet Gazetesi, 19.Şubat.1931)
               “27 Mayıs sonrası yayınlanan mesnetsiz ve gülünç tebliğlerden biri” 
ESKİŞEHİR ÖRFİ İDARE KUMANDANLIĞI TEBLİĞİ
Ankara da bütün hükümet erkânı ve Demokrat Parti Başkanları yabancı memlekete kaçarken yakalanmışlardır. Beraberlerinde 12 uçak dolusu altın mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandılar. Sabık Başbakan Adnan MENDERES ve Sabık Reisicumhur Celâl BAYAR Askeri kumandanlık tarafından tevkif edilmiştir. Eskişehir de matbaası olan herkes bu havadisi basıp yayınlamalıdır. DİKKAT   DİKKAT   DİKKAT Vatanseverliğinize hitap ediyoruz. D.P. İl, İlçe ve Bucak Başkanlarının kaçmalarına mahal vermeden tevkif edilmelerini ve askeri kuvvetler gelinceye kadar salınmamalarını rica ederim.
Eskişehir Örfi İdare Komutanı; Tuğ General Bedii KİREÇTEPE

DİĞER İLGİNÇ ÖRNEKLER; (Nazlı ILICAK, 27 Mayıs yargılanıyor)
BÜYÜK YALAN ve İFTİRALAR: AĞAOĞLU, Yunanistan’a kaçarken yakalandı. Eski vekil yakalandığı zaman çoban kıyafetinde idi., Sabık iktidarın taraftarlarını silâhlandırmaya çalıştığı ve ordudan 37 bin tüfek istediği açıklandı., Buzhanelerden toplu halde cesetler çıktı. Cesetlerin ekserisinin nümayişlerde öldürülen talebeler olduğu açıklandı., İstanbul emniyeti, mezarları arayan askeri idare emniyet müdürü Vahap Erdoğan; Elimizde bir çok ihbar var. Bize Eyüp ve Üsküdar’da taze mezarlar bulunduğu, talebelerin buralara ikişer-üçer şekilde gömüldüğü bildirildi. Demiştir.
. Harp okulunun imha plânları açıklandı. Öyle ki; Demokratik parlamenter sistemle yönetilen bir ülkede Meclisin feshedilmesi, Atatürk’ ün en yakın arkadaşı, sırdaşı, Bakanı, Başvekili ve Halk Partisini kurucusu, TC’nin ilk Sivil Cumhurbaşkanı Celâl BAYAR’ ın ve O’ ndan sonra en yüksek komuta mercii Genel Kurmay Başkanının görevden alınarak tutuklanması, iktidar mensuplarının Yassıadaya gönderilmesi; Basın, sözde aydınlar ve muhalefet tarafından alkışlanıyordu.  DP teşkilât mensupları ve seçmenleri hakarete maruz kalıyor ve nahak yere işkence görüyorlardı. Ancak, bu isyan ve antidemokratik uygulamalardan sadece askerler sorumlu değildi. Üniversite ve yargı mensupları, bazı siyasiler, basın ve (gerçek demokratlar hariç) herkes demokrasiyi ortadan kaldıran bu hukuk ve ahlâk dışı davranışlara alkış tutuyor ve fetva veriyordu. Dahası, müthiş bir iftira ve ihbar furyası başlamıştı. MGK tarafından çıkartılan “tedbirler yasası” bunu teşvik ve tahrik eder mahiyette olduğundan, bu ahlâk dışı iftira ve gammazlama kampanyası çığırından çıktı. Buna üzülmemek mümkün değildi.
            Aslında Demokrat Partinin memlekete kazandırdığı eser ve hizmetler saymakla bitmez. Hattâ buna sayfalar bile yetmez. Ancak, NATO kaynaklarından alınan bilgi ve belgelere göre DP, 10 yıllık iktidarı süresince, emsal ve dünya geneli örneklerine göre ortalama 100 yıllık bir kalkınma ve gelişmeyi gerçekleştirmiş mucizevi bir siyaset kurumudur. ( DP’nin dünyada bir başka eşi ve benzeri yoktur. Yeryüzünde hiçbir parti bu kadar başarılı olamamıştır., Besim TİBUK, 1993 Dönemi DP Genel Başkan Yardımcısı ve LDP Genel Başkanı.  İstanbul, Kanal-7 14.Mayıs.2001)
            YORUM : Gerek 1950’den sonra geçen on yıl zarfında, gerekse 27 Mayıs 1960’dan sonra Demokrat Partinin on yıllık icraatı ve mensupları hakkında (yukarda bir örneği görüldüğü gibi) muhalefet, bazı kalemler ve ihtilâlciler tarafından; Hiçbir ahlâki, insani, ilmi ve vicdani kayda tabi olmadan çok ağır kötülemeler, yalanlar, iftiralar ve suçlamalar yapıldı. Kamuoyunun ve halkın beyni bu şekilde yıkanmak ve DP hafızalardan silinmek istendi. Suçlamaların dikkate değer tarafı, başta radyo, ajans, hukuk hocaları olmak üzere bütün devlet gücü ve basının büyük kısmı tarafından yapılması, suçlananların da hiçbir şekilde cevap vermek durumunda olmamalarıdır. Suçlamaların hiçbirinin sabit olmaması, bunların en büyük makamından itibaren Devlet organları tarafından yapılması, siyasi güce, iftiracı ve intikamcı bir Devlet niteliğini kazandırmıştır. Maalesef memlekette o zamanlar Osmanlıca tabiri ile zebunküşklük hakim olmuş, radyo ve basın büyük ölçüde buna katılmış ve katkı sağlamıştır. O kadar ki, 4 Temmuz 1960 tarihli Time Dergisi de, başlatılan intikam kampanyası hakkında endişelerini belirtmek lüzumunu hissetmiş ve göstermiştir.  
TÜRK MİLLETİ’NİN REDDETTİĞİ İHTİLAL : 27 MAYIS1960
“Bize yapılan hücumlar, aslında milli iradeye yapılmıştır.” Yassıda, Adnan MENDERES
24 Mayıs 1960 günü iktidar, en geç üç ay içinde bir “erken seçim” yapılması ve seçimin emniyet şartları içerisinde cereyanını sağlamak için muhalefetle tam bir görüş birliğine vararak, Halk Partisi ile halisane bir anlayış, işbirliği ve mutabakat ortamı sağladı. Bu işbirliği o günün ortamı içinde büyük önem taşıyor, ülkedeki siyasi bunalımın seçimle bertaraf edileceği ve demokrasinin korunacağı hususunda umut veriyor idi. Fakat, Türkiye Büyük Millet Meclisinde oluşan bu mutabakatın üzerinden 36 saat bile geçmeden, 27 Mayıs sabahının ilk saatlerinde askeri müdahale yapıldı. 
Bu, dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir darbe şeklidir. Tek yönlü, haksız ve hukuksuz olarak gerçekleştirilmiş, emir komuta zincirine uyulmaksızın ve hiyerarşik düzene aykırı olarak yapılmıştır. Buna rağmen 27 Mayıs bayram olarak ilan edilip millete mâledilmeye çalışılmış ve yıllarca halk aldatılarak Demokrat Partililer küçük düşürülmeye çalışılmıştır. Bu utanç vericidir. Zira, darbe doğrudan Cumhuriyet, DEMOKRASİ ve Demokrat Parti’ ye karşıdır. Üstelik, millete rağmen yapılmıştır. Bu meş’um darbeyle DP iktidardan uzaklaştırılıp mallarına, evraklarına el konulup, mensupları tutuklanırken; Başta CHP olmak üzere diğer partilere dokunulmamıştır.
Müdahaleyi, Halk Partisi Genel Başkanı İsmet İNÖNÜ ve damadı Metin TOKER ile Cemal ÜRSEL hariç olmak üzere; aslında askerlikle barışık olmayan tamamının sicili bozuk 37 Subay ve bir kısım Astsubay tarafından gizlice tertiplenmiş ve yasa dışı olarak yapılmıştır. Darbenin hiyerarşik olmadığına dair en bariz örnek, Genel Kurmay Başkanı ile Hava Kuvvetleri Komutanının da operasyonun hedefleri arasında bulunmasıdır. Orgeneral Rüştü ERDELHUN ile Orgeneral Tekin ARIBURUN, Demokrat Parti Milletvekilleri ile birlikte hatta, onlardan da önce göz altına alındılar. Dönemin Milli Savunma Bakanı İbrahim Ethem MENDERES’ de ilk göz altına alınanlar arasındaydı.
İhtilal idaresi, ilk günlerden itibaren CHP ile temasa başlamış ve onun emrine girmişti. İhtilalin görünen lideri Cemal GÜRSEL, 28 Mayıs 1960 sabahı İsmet İNÖNÜ’ yü telefonla aramak suretiyle ona: “Emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur.” Demiş ve İnönü’ den gelecek talimatları uygulayacağı teminatını vermişti. Yazar Metin TOKER, “İsmet Paşayla On Yıl” isimli yapıtının 3. cilt sayfa 12-13’de bunu açıklamıştır. İhtilal, taraflardan birinin üzerine acımasızca yürürken, diğerini okşuyordu.
Bu darbenin diğer bir özelliği, partiler arası mücadeleler sonunda ortaya çıkan gerginliğin durdurulması gibi bir amaçla yapıldığı iddia olunmuş olmasına rağmen, aslında müdahale sadece iktidar partisini hedef almıştır. Cumhurbaşkanı, Hükümet Üyeleri, DP Milletvekilleri ve teşkilatından pek çok insan tutuklandığı, bir kısmı işkenceye tabi tutulduğu, sonunda 15 idam ve ağır cezalar verildiği halde, CHP’ye mensup hiç kimsenin sorgu suale uğramamış olmasıdır. İdama mahküm edilenler : Celal BAYAR, Refik KORALTAN, Adnan MENDERES, Fatin Rüştü ZORLU, Hasan POLATKAN, İbrahim KİRAZOĞLU, Agâh EROZAN, Emin KALAFAT, Baha AKŞİT, Hamdi SANCAR, Bahadır DÜLGER, Nusret KİRİŞOĞLU, Zeki ERTAMAN, Osman KAVRAKOĞLU ve Genel Kurmay Başkanı Rüştü ERDELHUN’ dur. (Diğer Milletvekilleri 5 ilâ 15 yıl ile müebbet hapis arasında ağır cezalara çarptırıldılar.) Bunlardan Adnan MENDERES, Fatin Rüştü ZORLU ve Hasan POLATKAN İmralıda asılarak idam edildi. (16-17 Eylül 1961) Diğer idamlıkların cezaları müebbet hapse çevrildi. Bunlar İmralı’ dan diğer arkadaşlarının bulunduğu Kayseri Cezaevine gönderildi.
Demokrat Partinin 400 Milletvekili ve parti teşkilatından binlerce yönetici; Başta Yassı ada mahkemesi olmak üzere çeşitli ağır ceza mahkemeleri tarafından sorulan servet ve siyasetlerinin hesabını verip beraat ettiler. Haksız mal edinme davalarından bir kişi bile mahkum edilmedi. İhtilalci, DP’yi halkın karşısında itibarsız kılmak için harcadığı çabalara rağmen, gerçeği fark etmiş olan halkımızı kendi yanına çekmeyi başaramamıştır.  
Celal BAYAR, hastalığı sebebiyle 1963 yılında Adli Tıp Raporu ile tahliye edildi. Bayar bir müddet sonra yeniden tutuklanarak önce hastaneye yatırıldı. Tahliye için verilen rapor iptal edildi. Tekrar Kayseri Cezaevine nakledildi. Daha sonra 1964 yılı sonunda diğer müebbet arkadaşları ile birlikte Kayseri Cezaevinden tahliye edildi. Hizmetleri ve bıraktığı eserler, uzun ömrüne 104 yıla sığmayacak kadar çok olan BAYAR, 22 Ağustos 1986 tarihinde hayata gözlerini kapadı. Her ilden getirilen vatan toprakları ile birlikte, köyü olan Umurbey’ de toprağa verildi.   
Bu yönüyle, 1960 darbesinin yeniden mahkemelere taşınıp, yargılamanın ( Nürmberg Mahkemeleri gibi ) tekrarlanması, özellikle günümüz Demokrat Parti Yöneticileri olmak üzere, bütün bir millet için zorunlu bir vebal mesabesindedir.
Zira, 27 Mayıs darbesi Türk Milleti tarafından onaylanmamış, ilk dönemde sadece tahammül edilmiş, katlanılmış sonunda ise ihtilal açık suretle reddedilmiştir. Dahası, DP 1960’dan sonra kamu vicdanında tamamen aklandığı gibi, İzmir ve İstanbul İktisat Kongrelerinde iktisaden  haklılığı ve doğruluğu ispatlanmış, TBMM’de siyaseten ibra edilmiş ve siyasi hakları ile itibarlarının iadesi cihetine gidilmiştir. Yüksek Adalet Divanı, yani Yassıada Mahkemesi dışında açılan bütün mahkemeler ise beraatle sonuçlanmıştır.
Yassıada da kurulan Yüksek Adalet Divanı’na gelince ; Bu sözde Mahkemenin Adalet ve Hukukla hiç mi hiç ilgisi alakası yoktur. Yine Besim TİBUK’ un tabiriyle hukuk ve ahlak tarihinin yüz karasıdır. Cari Anayasa durumunda olan Teşkilatı Esasiye Kanunu’na tamamen aykırıdır. 1961 Anayasası ise sadece % 61 katılımla onaylanmıştır. Bunun en az % 20 si cebri ve korkudan – baskıdan mütevellittir. Yani, 1960 darbesinin hiçbir hukuki, ahlaki ve milli dayanağı yoktur.
Ancak ; 27 Mayıs 1960 – 30 Mayıs 1960 tarihleri arasında bütün DP Bakan ve Milletvekilleri ile İl, İlçe, Ocak ve Bucak Başkanları, Yönetim Kurulu Üyeleri ve üyelerinin çoğu tutuklanmış ; İşkence ve zulümlere uğramış ; Ayrıca, Partinin bütün menkul ve gayri menkulleri ile her türlü evrakına el konularak imha edilmiştir.    
Milli Birlik Komitesi’nin yapısı ve oluşum biçimi de ayrı bir tartışma konusudur. Bunu daha iyi anlamak için, bizzat Milli Birlik Komitesi tarafından Devlet Radyosunda yaptırılan, 21 Temmuz 1961 – 11 Ağustos 1961 tarihleri arasında sürdürülen “Hırsızlar Kervanı” isimli programın içeriği yeterlidir. Bu programda, her gün tam 5 saat 45 dakika 15 saniye müddetle DP ve DP’ nin ileri gelenlerine iftira üstüne iftira, yalan üstüne yalan yağdırıldı.
Bu programın ardından 15 Eylül 1961 günü Yassıada Mahkemesinin kararları açıklandı. 47 kişi beraat ettirilmiş, 15 kişi idama, 31 kişi müebbet hapse, 305 kişi de çeşitli ağır cezalara çarptırılmıştı., 15 idamdan üçü Başbakan Adnan MENDERES, Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü ZORLU, Maliye Bakanı Hasan POLATKAN ‘ın cezalarını Milli Birlik Kurulu maalesef tasdik ve infaz eyledi. (16–17 Eylül 1961) Diğer mahkumların hepsi, cezalarını çekmek üzere Kayseri Cezaevine gönderildi. Cumhurbaşkanı Celal BAYAR ise bilahare yaşlılık ve hastalığından ötürü affedilerek salıverildi., Parti’ nin tüzel kişiliğine gelince: 27 Mayıs 1960 darbesine kadar Büyük  Kongre toplamayan Demokrat Parti, 1 Eylül 1960 tarihinde resmen faaliyetten men edildi. 29 Eylül 1960 tarihinde ise ,süresi içinde Büyük Kongresini toplayamadığı gibi enteresan ve darbeyle ilgi kurulmayan bir gerekçe ile Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından kapatıldı.
27 MAYIS KONUSUNDA ÖNEMLİ BİR TESPİT VE BAZI GERÇEKLER
27 Mayıs da Türk Silâhlı Kuvvetlerinin, yönetimi, darbeyle milli iradeden alıp Milli Birlik Komitesine devrettiği üyeler ve doğrudan ihtilali planlayan, sevk idare ve organize eden grup:   S.No: Adı ve Soyadı :           Rütbesi / Görevi                                :
            01.      Cemal Gürsel               Devlet Ve Hükümet Başkanı, Orgeneral
            02.      Ekrem Acuner              Kurmay Albay
            03.      Refet Aksoyoğlu           Kurmay Yarbay
            04.      Mucip Ataklı                Kurmay Albay
            05.       Fazıl Akkoyunlu           Piyade Yarbay
            06.       İrfan Baştuğ                 Tümgeneral
            07.       Rıfat Baykal                 Kıdemli Piyade Yüzbaşı
            08.       Emanullah Çelebi         Kıdemli Kurmay Yüzbaşı
            09.       Ahmet Er                     Jandarma Binbaşı
            10.       Orhan Erkanlı              Kurmay Binbaşı-(İnönü’nün Yakın Dostu )
            11.       Vehbi Ersü                   Kıdemli Kurmay Yüzbaşı
            12.       Numan Esin                 Kurmay Yüzbaşı
            13.       Suphi Gürsoytrak         Kıdemli Kurmay Binbaşı-(İnönü’nün Yakın Dostu)
            14.       Orhan Kabibay            Kurmay Yarbay
            15.       Kadri Kaplan               Kurmay Binbaşı
            16.       Mustafa Kaplan           Kurmay Yarbay
            17.       Suphi Karaman            Kurmay Yarbay
            18.       Muzaffer Karan           Tank Kıdemli Binbaşı
            19.       Kamil Karavelioğlu      Kurmay Yüzbaşı
            20.       Osman Köksal Kurmay Albay
            21.       Münir Köseoğlu           Kurmay Deniz Binbaşı
            22.       Fikret Kuytak              Kurmay Albay
            23.       Sami Küçük                 Kurmay Albay
            24.       Cemal Madanoğlu        Tümgeneral
            25.       Sezai O’kan                 Kurmay Albay
            26.       Muzaffer Özdağ           Kurmay Yüzbaşı
            27.       Fahri Özdilek               Orgeneral-(İstanbul Sıkıyönetim Komutanı)
            28.       Mehmet Özgüneş         Kurmay Yüzbaşı
            29.       Selahattin Özgür           Kurmay Binbaşı
            30.       Şükran Özkaya            Kurmay Binbaşı
            31.       İrfan Solmazer  Personel Kıdemli Yüzbaşı
            32.       Şefik Soyuyüce            Kurmay Binbaşı
            33.       Dündar Taşer               Tank Binbaşı
            34.       Haydar Tunçkanat       Kurmay Albay
            35.       Alpaslan Türkeş           Kurmay Albay-(Başbakanlık Müsteşarı Oldu)
            36.       Sıdkı Ulay                    Tümgeneral
            37.       Ahmet Yıldız                Kurmay Albay
            38.       Muzaffer Yurdakuler    Kurmay Albay
Albaylar           ( tümü kurmay) 9 kişi    ortalama yaş :   42
Yarbaylar         ( tümü kurmay) 4   “     ortalama yaş :   41
Binbaşılar         ( 10’u  kurmay)            13 “     ortalama yaş :   38
Yüzbaşılar        (4’ü kurmay)                7  “      ortalama yaş :   34
Toplam  : 33 Subay      ortalama yaş :   39, Görüldüğü gibi ortalama rütbe binbaşı-yarbay’ dır. Otuz üç yüzbaşı-binbaşı-yarbay, son aşamada aralarına dört general ve emekliliğini isteyerek izne ayrılmış bir orgenerali almışlardır.
MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ DÖNEMİ; DARBE VE SONRASI SEYİR DEFTERİ;
28.Mayıs.1960: Sıddık Sami ONAR Başkanlığındaki Anayasa Komisyonu ilk raporunu MBK’ ne sundu. Bunda, 27 Mayıs darbesinin hukuki yönü açıklanıyordu. S. S. ONAR, Naci ŞENSOY, Hıfzı Veldet VELİDEDEOĞLU, Hüseyin Naili KUBALI, Ragıp SARICA, Tarık Zafer TUNAYA ve İsmet GİRİTLİ gibi Üniversite üyelerinden oluşan komisyon “CHP Hukuk uleması” olarak ilk fetvasını verdi.
28.Mayıs.1960: Ankara’ya gelen Cemal Gürsel, İsmet İnönü’ yü telefonla arayıp; “Bizim için, emirleriniz peygamber buyruğu sayılacaktır” diyerek her konuda güvence verdi. Devamla: “Size karşı kusurluyuz Paşam. Hareketimizi size önceden haber vermedik. Fakat, verseydik, bizi bundan caydırmak isteyeceğinizi (!?) biliyorduk. Yapacak başka bir şeyimiz kalmamıştı.” Dedi. (Toker, Age, s. 11) İnönü’nün cevabı : “Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız... Asıl, başarınız için ben sizin emrinizdeyim Paşa Hazretleri... Ne zaman bir arzunuz olursa, emrinize amadeyim. (Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, 1960-1961, s.21)
MBK AÇIKLAMASI; “Aziz Vatandaşlar, bazı kimselerin milli inkilâp hareketini kendi partilerine mal ederek vatandaşları arasında propaganda yapmakta ve diğer parti mensupları üzerinde baskıya yeltenmekte oldukları muhtelif kaynaklardan öğrenilmiştir. İnkilâbın ilk gününden itibaren üzerinde hassasiyetle durulan bu mevzuu tekrar etmekte fayda görüyorum. Milli inkilâp hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin lehine yapılmış değildir. C. GÜRSEL (Toker, Demokrasimizin İ. Paşalı Yılları, 1960-1961, s. 84)
29.Mayıs.1960:Dahiliye Vekili Namık GEDİK intihar etti. İçinde cesedi bulunan tabutun açılmasına yönetim tarafından izin verilmedi. (?!)

(*) Mustafa Nevruz SINACI
     Siyaset Bilimci, Hukukçu, Gazeteci-Yazar,
     7. ve 9. dönem DP Genel Başkan Yardımcısı
KAYNAK: “Gelenek ve Gerçek, MNS-Kitap-Ankara, 2008”





48 YIL SONRA
‘27 MAYIS’ YORUMLARINDA DA BÖLÜNDÜK

Türkiye her olayda, her olayın yorumlarında, bölünüyor. Bu yıl bana çeşitli gruplardan gelen 27 Mayıs’ı yorumlayan çok sayıda e posta iletilerinden 82’sini kaydettim. Bunlardan 39’u 27 Mayıs’ı yerden yere vuruyor. 43’ü ise göklere çıkarıyor. “Anadolu Devrimi’nin ikinci Bacağı” diyen dahi var ! Bölünmüşlük, insan bedenindeki tüm organlara yayılmış kanser gibi. Her konuda bölünüyor ve bizden olmayanlara ‘düşman’ gözüyle bakıyoruz. 48 yıl sonra 27 Mayıs’ı daha sakin ve gerçekçi bir yaklaşımla yorumlamalıyız. Bunu yapmaya çalışacağım:

27 Mayıs, ortalama rütbeleri binbaşı-yarbay olan 33 subayın (aralarına son anda 5 general alarak)  yaptıkları bir askeri darbe idi. Hazırlanışı ve yürütmesinde Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri yoktu. Darbeciler, daha sonraki Aydemir girişimlerinden farklı olarak, radyoevini ellerinde tutabildikleri için başarıya ulaştılar.

27 Mayıs’ı yapan Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi Rahmetli Muzaffer Özdağ ile, emekli Korgeneral Sayın Cihat Akyol’un önünde, aramızda şu konuşma geçmişti, 1998 yılında: (Bu söyleşiyi rahmetli Özdağ sağ iken birkaç kez yayımlamıştım.  Sayın Akyol hayattadır.)

Özdağ – 26 Mayıs 1960 günü ülkede ihtilal ortamı vardı.
Demirer – Katılmıyorum ama diyelim ki öyleydi. Siz o sabah pencereden baktınız. İhtilal ortamını gördünüz ve ihtilal yapmayı mı kararlaştırdınız, yoksa bu kararı daha önce mi verdiniz?
Özdağ – Daha önce.
Demirer – Ne kadar daha önce? Bir gün, bir ay ya da bir yıl?
Özdağ – Bir yıl gerçeğe daha yakın.
Demirer – Sizce, 26 Mayıs 1959 günü, Türkiye’de ihtilal ortamı var mıydı?
Özdağ -  Yoktu.
Demirer – Teşekkür ederim. Siz, şu anda, ülkede ihtilal ortamı yok iken ihtilal kararını verdiğinizi teyit ettiniz. Karardan sonra da bir yanda CHP, öte yanda İstanbul ve Ankara üniversiteleri ile medya, elbirliği ile ihtilal ortamını oluşturdunuz.

Nihat Erim,  Günlükler’inde şunları yazmıştır, 29 Ağustos 1960 (Sf. 720):
“Bir 27 Mayıs darbesinin zaruri hale gelmesinde İnönü’nün mesuliyeti yok mu?  Ciddi, samimi ve ısrarlı bir uzlaşma aradı mı? Bana rağmen yürüttüğü 1955 - 1960 politikasının ya Menderes diktatörlüğüne veya askeri bir darbeye götüreceğini anlamadı mı? Askeri darbenin neticelerini hesaplayamadı mı? Son bir buçuk yıl nutuklarıyla da böyle bir darbeyi teşvik etmedi mi?”       

27 Şubat 1962 (Sf. 746)
“İnönü’nün bu işte büyük sorunu var. 27 Mayıs’ı teşvik etti. Askeri politikaya teşvik etti. İhtilale azmettirdi.” (Azmettirmek: “Kesinlikle yapmasına karar verdirtmek”)

Son olarak Türkeş’in 1994 yılında Sabah Gazetesi’nde yayımlanan anılarından çok önemli bir tespit. Orgeneral Gürsel’in 3 Mayıs1960 günü İzmir’e gitmeden önce Türkeş’e söyledikleri:
“…halkta bir şey görmüyorum… Bu şartlarda müdahaleye lüzum yok. Müdahale planını geri  bırakın, şayet iki  parti arasında zıtlaşma daha çoğalırsa ve halk ikiye bölünür, vuruşma çatışma baş gösterirse, o zaman müdahale edelim.”  (7.6.1994 Sabah Gazetesi)

Benim kişisel yorumum: 27 Mayıs, ortamı yok iken darbeci bir yaklaşımla,  TSK emir ve komuta zinciri dışında, kendi ifadelerine göre (Ahmet Yıldız) daha teğmen iken darbeler planlayanlar tarafından, ortamı başta CHP olmak üzere basın ve üniversite tarafından oluşturuldukta sonra yapılmış bir darbedir. Aydemir gibi Ankara radyoevini kaptırmadığı için de başarıya ulaşmıştır. 27 Mayıs, çok kısa bir süre sonra raydan çıkmıştı. Türkeş, 29 Haziran
1994’de Sabah’ta itiraf etmiş:
“Temmuz ayından bu yana işler iyi gitmiyordu. Bu havada yürüyemeyeceğini de görüyordum. Çok güvendiğim arkadaşlara, ikinci bir oerasyona gitmek gerektiğini de söyledim.”

Türkeş’in 27 Mayıs için kullandığı sözcük ilginçtir:  ‘Operasyon’ İkinci operasyonu başkaları kendisine yapmış ve Türkeş soluğu Yeni Delhi’de bulmuştur. MBK Üyesi Fazıl Akkoyunlu ile 5.10.1961’de Afganistan’da, Türkeş ile de 23.11.1961’de Hindistan’da tanışmıştım. Her ikisi de daha o tarihte 27 Mayıs’ın yanlış ve gereksiz olduğunu konuşur olmuşlardı. 

Gereksizdi çünkü yanlış bilgilere dayandırılmıştı. Örneğin MBK’nin 27 Mayıs’tan kısa bir süre sonra yayımladığı Yassıada broşüründeki ekonomi ile ilgili şu yanlış tespitler ile aşağıdaki tabloyu karşılaştıralım:

“Hesapsız gidişlerin, ilme ve ihtisasa kıymet vermeden, istişare etmeden alınan şahsi, indi ve memleketin bünyesine uymayan yanlış kararların tatbikatı ile memleket iktisadiyatı ve sosyal hayatı günden güne bozulmuş; bunun neticesinde ferdi ve içtimai hayatta beliren huzursuzluklar sebebiyle gerek matbuatta ve gerek muhalefet saflarında sert tenkidler başlamıştı.

Seçilmiş Parametreler
Birim
1949
1960
Artış %
Buğday üretimi
Bin ton
2 517
8 450
236
Elektrik üretimi
Milyon kwst
737
2815
282
Çimento üretimi
Bin ton
390
2 038
423
Şeker üretimi
Bin ton
100
640
540
İlaç üretimi
Milyon TL
8
270
-----
İlaç üretimi
Altın eşdeğeri (kg)
1 311
16 770
1 179
Ankara Telefon
Rehberinde Ticari
Abone Sayısı
Adet
185
(1950
Yılı)
7000
Çok büyük
bir oran

Devlet Planlama Teşkilatının Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın 16ıncı sayasında bir tablo vardır. DP döneminde gerçekleştirilen yatırımlar. Bunları cari altın fiyatları ile altın eş değeri olarak hesaplarsak bulduğumuz toplam yatırım değeri: 7 232 ton altındır.  DP’nin devraldığı altın 122 ton 840 kilodur. On yılda artan dış borcun (122 milyon Dolar) altın eşdeğeri de 109 tondur. Demek ki,  DP döneminde altınların tamamı rehin edilmiş olsa idi (ki, değildi) toplam olarak altın rezerv eksilmesi ve dış borç artışı 232 ton altın eşdeğerindedir. Gerçekleştirilen yatırımların altın eşdeğeri ise 7 bin 232 ton altındır.

Özet: 48 yıl sonra soyut kavramlara saplanıp kalmadan ve yalnız DP karşıtı önemli kişilerin ifadelerine dayalı olarak 27 Mayıs’ı irdelemeye çalıştım. Ortaya iki önemli gerçek çıkıyor:

·        27 Mayıs, ortamı yok iken planlanmış, ortamı CHP’nin büyük desteği ve basın ve üniversite ile birlikte oluşturulmuş askeri bir darbedir. TSK emir komuta zinciri dışında yapılmıştır. TSK’ya mal edilemez.
·        27 Mayıs’ın yanlışlığını 23 Kasım 1961’de bana itiraf eden Türkeş daha sonra bu hususu defalarca söylemiş ve yazmıştır.

Ekonomi ile ilgili iddialar tamamen yanlış ve gerçekdışıdır. Yukarıdaki tabloyu 26 parametre ile verdiğimizde 1949 ile 1960 yıllarının ak ve kara kadar farklı olduğu, 1949 yılında milyon-larca kişinin aç ve bi-ilaç olduğu görülmektedir. Bu konuyu Yaşar Nabi Nayır Varlık Dergi-si’nin Aralık 1949 sayısında yazmıştır: “Korkunç bir Hakikat” 1949 yılında yalnız verem has-talığından bir yılda ölenleri sayısı 50 bin idi. Ülke yetersiz ve pahalı elektrik üretimi nedeniyle kapkaranlıktı. Başkent Ankara’da elektrik abonesi olmayanların oranı % 41 idi. DP, vatandaşın karnını doyurmuş, hastasına bakmış, refah düzeyini % 250 oranında yükseltmiştir.
27 Mayıs’ın anlamsızlığı ve gereksizliği; 27 Mayıs’ı,14 Mayıs’ta kalkan bir trenin on yıllık yolculuğunun son istasyonu olarak algıladığımızda ve 14 Mayıs’ta Türkiye’nin hangi şartlar altında kıvranan bir ülke konumunda iken 27 Mayıs’ta ise ne ölçüde gelişmiş bir durumda bulunduğunu gördüğümüzde, 48 yıl sonra, çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Mehmet Arif Demirer, 27 Mayıs 2008